24 Kasım 2010 Çarşamba

Örtmeniiim!




Bütün insanlar hayalini kurduğu mesleği yapamaz. Kiminin gönlünden geçen meslekle yeteneği bağdaşmaz, kiminin imkânları gönlündekine el vermez.

Her ne kadar küçükken öğretmenlik hayali kurmuş olsam da meslek seçecek yaşa geldiğimde başka mesleklere gözümü dikmiştim. Yeteneklerim ilk seferde istediğim mesleğe ulaşmama yetmedi. İkinci sefereyse imkânlar gerçeği devreye girdi. Ve ben çocukken hayalini kurduğum mesleğe, çok da istemeyerek adım atmış bulundum.

Üniversitede uyum sürecini çok çabuk atlattım. Doğru bölümde olduğuma ilk hafta inandım. Bu hızlı uyumun mimarıysa danışmanımızdı. Daha ilk derste, birçoğumuzun istemeyerek geldiğini bildiğini söyledi. Bu isteksizlikte samimi olanlara, dahası imkânı olanlara daha yolun başındayken yolu değiştirmeyi denemelerini teklif etti. Kararından emin olanlar ve başka şansı olmayanlar (yani sınıfımızın tamamı), bu teklifi aklından bile geçirmedi. Ardından danışmanımız bana bölümümü sevdiren cümlelerini kurdu. Şöyle dedi:

“Arkadaşlar, size yirmi beş öğrenci verecekler. Pırıl pırıl, birbirinden tatlı şeyler… Ve siz onları ister katil yaparsınız, ister bilim adamı! İşiniz bu kadar mühim! Polis katille, doktor kanla uğraşır. Ama siz… Sizin malzemeniz çocuklar!”

O gün daha bir dolu şey söyledi. Ancak hiçbiri bahsettiklerim kadar beni etkilemedi. Bilmiyorum, belki de kabullenme sürecinde olduğum için o kadar erken uyum sağladım. O cümleler sadece kıvılcımdı. Ancak tümüyle yerinde cümleler olduğunu düşünüyorum.

Üç yıldır öğretmenim. Üç yıldır birinci sınıfları okutuyorum. Ve inanın tüm kalbimle söylüyorum, mutluyum! Zaman zaman kızsam da en ufak bir tatilde, “Örtmeniim!” diye cıyaklayan sınıfımı özlüyorum.

Maaşlar modern öğretmenden istenen donanıma bizi ulaştırmasa da ülke standartlarının üstünde… Zaman zaman öğretmene saygısızlık edenler olsa da genel olarak saygıda kusur sorunumuz yok. Öğretmen adayları arasında bile hırsızlar olduğunu düşününce, üç beş cahilin tavırlarını saygısızlıktan saymamak gerek! Modern çağa uygun şartlarda eğitim veremesek de sınıflara girince umutlu olmamak mümkün değil…

Bu güzel günde, iki konuya daha değinmek istiyorum. Birincisi FATİH projesi… Son derce yerinde ve çağdaş bir proje. Çağdaş olmayan yetmiş seksen kişilik sınıflar. Çağdaş olmayan derslikler… En önemlisi öğretmensiz sınıflar! Bir sınıfa binlerce bilgisayar da koysanız, Fatih’i anlatacak bir öğretmen koymadıkça o bilgisayarlar hurdadan farksız olacaktır. Yerinde bir proje de olsa mevcut durumumuzla çelişki oluşturuyor. Tıpkı öğretmensiz sınıfların yanında, atanamayan binlerce öğretmenin olması gibi…

Son olarak bu güne gelelim. Bu gün öğretmenler günü… Öğretmenler için, bu günü diğer özel günler gibi sıradan olmak kaderinden kurtaran sadece öğrenciler olmamalı. Kapitalist dünyada bankalar, mobilyacılar, beyaz eşyacılar bile devreye girmişken, bakanlık yani devlet de bu günü önemsemeli. Bu amaçla, öğretmeni mutlu edecek uygulamalar yapılmalı. Örneğin, atamalar bu günde yapılabilir. Ödüller, çok az kullanılan ödüller, bu günde bol keseden dağıtılabilir. Göstermelik de olsa başarılı öğretmenler, ikramiyeyle ödüllendirilebilir. Çeşitli kampanyalar düzenlenebilir. Sanırım bu tür şeyler yapılırsa, bir şeyler daha anlamlı olur.

Her şeye rağmen…

Örtmeniiim! Günün Kutlu Olsun!


11 Kasım 2010 Perşembe

Boyacıdaki Umut


Blog’ta yazmaya yeni başladığım günlerdi. Daha gerçekten okunduğumdan bile emin değilken, birer ikişer eleştiriler gelmeye başlamıştı. Çok mutlu olmuştum. Ancak bu konuya değinme nedenim bu mutluluğum değil, o eleştirilerden biridir.
Eski bir arkadaşım yazdıklarımı görmüş. Üşenmemiş, birkaçını da okumuş… Bana bir eleştirmenin neleri yazmakla yükümlü olduğunu falan sordu? Bu konuya ilişkin fikirlerimden bahsettim. Açıkçası amacını tam anlamamıştım. Çok geçmeden, yazılarımda hep olumsuz şeylere değindiğimi, ülkemizin bu zor günlerinde değinecek güzel şeylerin de var olduğunu, eleştirmenin sadece kötü olanı söylemekle yükümlü olmadığını, iyinin de hakkını vermem gerektiğini söyledi. Gelgelelim benim ele aldığım konulardaki iyiler o kadar azdı ki onlardan bahsetmem ele aldığım konuların çözümüne bir katkı sağlamıyordu. Dahası bu, bizi tuhaf bir iyimserlikten bir adım öteye götürmüyordu. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek tamam da sorun Brütüs’teydi… Ancak bu iyi bir yazar olmaya çalışan birinin ve dâhi eleştirmenlerin, ülkesi için hiç umudu kalmadığını göstermez. Şahsen, gerçekten hiç umudum kalmasaydı, okunmasını bekleyeceğim yazılar yazıp, okur duasına çıkmaya muhtaç olmazdım!
Değil bu ülkeden, bu ülkenin tek bir insanından umudumu kesmedim. Sadece umutsuzluğa düşmemize neden olacak şeyler biraz daha fazla. Ve çözüm için onların üstüne gitmemiz gerekiyor. Ancak bu gün umudumuzun hiç bitmemesi gereken bir olaydan bahsedeceğim…
Dün 10 Kasım’dı. Atatürk anıldı. Anma etkinlikleri hafta boyunca devam edecek… Ben de birkaç gün evvel konuya ilişkin bir yazı yazmış, Atatürk’ün ve yaptıklarının yeterince tanıtılmadığını; onu yüceltmenin yolunun onu tanrılaştırmaktan geçmediğini, gerçek Atatürk sevgisini insanların yüreğine inşa etmeyi onu hatalarıyla birlikte anlatırsak başarabileceğimizi söyledim. Bütün bunları Atatürk düşmanlığını körükleyen kesimleri, Atatürk felsefesini anlamayan sözde aydınları, yükselmek için birilerini indirmeye gerek duyanları düşünerek yazdım. Ancak tam bu konuda öte tarafa da değinmem gerektiğini düşündürecek bir şey oldu.
Dün akşam hem yemek yiyor hem haberleri izliyordum. Daha çok yemeğe yoğunlaştığım bir dakikada ekranın son derece sessizleştiğini hissettim. Ülkemizde haber kanallarının bangır bangır olmadığı anlara yabancı olduğumuzdan bu sessizliği hayra yoramadım. Derken ekrana odaklandım. Çok geçmeden arkadan gelen siren sesini ve sokak ortasında saygı duruşuna geçen insanları görünce anladım ki 10 Kasım için yapılanlar haber yapılmış. Sıradan bir haber olduğunu düşünmeye başlamıştım ki spiker uyardı: “Boyacı çocuğa dikkat!” Günün ilk müşterisinin ayakkabısını boyayan çocuk, sireni duyunca her şeyi bırakıp ayağa kalkıyor ve siren bitene kadar müşterisiyle beraber saygı duruşunda bekliyordu.
Gözlerime inanamadım. Bir insanın, bir insana tamamıyla kendi isteğiyle hem de 90 sene sonra böyle saygı duyması müthiş bir vefaydı… Şoven duygulara uzağım aslında. Ama Atatürk’e bir boyacının böyle saygı duyması saygı duyulacak, gururlanacak bir şey bence… Bu demek oluyordu ki asık suratlı heykellerine, onu tanrılaştırarak Allah’la yarıştıran kitaplara, her fırsatta onu karalayan insanlara, gencecik çocuklara Nutuk mu Kur’an mı diye soranlara hatta ve hatta ona “bu adam” denmesine izin vermeyen sisteme rağmen; okuyamayan, yeterince kültürnemeyen insanlarımız bile değerden anlıyor. Öyle ya altın çamura düşünce değer mi yitirir? Boyacının o kıymet bilir davranışı şu sloganı sahiplenebileceğimiz anlamına geliyor: “Nefes alıyorsak umut var demektir!”
Boyacı çocuk ve onun gösterdiği saygı bizim bütün umudumuzun toplandığı noktadır. Bir şeyler için hâlâ geç olmadığını hatta bir şeyler yapmak isteyenler için geç kelimesinin bir anlam taşımadığını o boyacı çocuğa bakarak ve umutlanarak anladım…

8 Kasım 2010 Pazartesi

Gaipten Gelen Ses


Lider yetiştirmek zor iştir. Dünyayı sarsacak türde yenilikleri yapabilecek bir lider yetiştirmek her millete nasip olmaz. Bu konuda millet olarak şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Nitekim tarihimiz birbirinden kıymetli liderlerle dolu. Ancak lider yetiştirmek gibi çok mühim bir meziyetimizin yanında bir meziyetimiz daha var: Yetiştirdiğimiz liderleri yok etmek!
Lider yetiştirme ve o lideri yok etmedeki maharetimizden bahsettim. Şimdi yavaş yavaş konunun derinine nüfuz edelim. Birçok lider yetiştirdik, bir o kadarını da yok ettik… Şüphesiz yetiştirdiğimiz liderlerin en büyüğü Mustafa Kemal’dir! Ve korkarım ki o büyük lideri, yok ettiğimiz en büyük liderler arasına da sokmaya kararlıyız… Bu ülkede herkes ona hayrandır! Çünkü onlarca yıl ona hayran olacak şekilde bir eğitim aldık. Gelgelim neye, niye hayran olduğunuysa kimse bilmiyor! Çünkü bize puta taparcasına tapmamız öğretildi âdeta! Oysa Mustafa Kemal’in isteyeceği en son şey bu olsa gerek, körü körüne bağlılık…
Yaptığı o kadar büyük işler var ki onca zamana rağmen yaşıyor ve yaşayacak… Fakat bazı şeyler de değişti. Dünya dönüyor ve hızla değişiyor. Devrimci bir adam, kendisinin yaptığı değişikliklerin tümünün sonsuza kadar korunmasını istemez. Çünkü değişmeyen tek şeyin ne olduğunu bilir! Mustafa Kemal de öyle devrimci bir adamdı ki hatalarından dönmesini hep bildi. Zaten böyle Atatürk oldu. Yani hata yapmayarak değil, hatada ısrar etmeyerek!
Ben, bize verilen eğitimin aksine Mustafa Kemal’in de hatalar yaptığını, yapabileceğini düşünüyorum. Çünkü hatalarımız, bizim insan yanımızdır. Mustafa Kemal bir kurtarıcı, bir büyük devrimci, üstün yetenekli bir varlık… Ve bir insan! Onu yüceltmede sınırları aştığımız zaman ona olan sevgi ve saygı göstermelik bir putperestliğe döner! Ve bu durum Atatürk karşıtı nankörler için bulunmaz bir fırsattır… Varımızı yoğumuzu borçlu olduğumuz bir adama bu kötülüğü yapmaya, onu putluk konumuna itmeye, savaştığı zihniyetin mevkisine çıkarmaya dahası …izmlere karşı olan bir adamı …izmlerin meşalesi yapmaya hakkımız yok.
Atatürk’ün ölüm yıldönümüne iki gün kala bütün bunları bana düşündüren, geçen hafta sosyal paylaşım sitelerinde ve televizyonlarda dolaşan bir videodur. Atatürk’ün hiç bilinmeyen görüntüleri veee…. Ve gerçek sesi! Sözde Atatürk hayranı olduğumuz için video resmen müthiş bir heyecan yarattı… Sanki gaipten bir ses gelmişti… Memleketteki her şey unutuldu ve Atatürk’ün sesinin kalın olmasına sevinildi… Bir Allah’ın kulu da çıkıp bu sesin gaipten değil, manavdan geldiğini söylemedi!
Bu arada bilime inanan bir insanım ama Atatürk’ün gerçek sesinin o kadar kalın ve müşfiklikten uzak olduğuna inanmıyorum. Bu inançsızlığımı körükleyense, ona ait olan görüntüleri bu güne kadar arşivlemenin değil de manavdan çıkan görüntülerin düzenlenmesinin bilimmiş gibi gösterilmesidir. Bu ülkede bilim, bilim olsaydı o görüntüler manavdan çıkmazdı! Ancak Atatürk’e ve yaptıklarına sözde hayran olan herkes; insanları yaptıklarıyla değil sesiyle-soluğuyla, türbanıyla-bıyığıyla değerlendirecek kadar şekilci olduğumuzu ispatlarcasına bu görüntülere sevindi. O video, ona olan özlememizi bir parça giderdi belki. Ama nelerle meşgul olduğumuzu gözler önüne sererek Atatürk’ün kemiklerini de sızlattı!

2 Kasım 2010 Salı

Polis?


Devletin zarar ettiği bir kurumun satıldıktan sonra kâra geçtiği çokça görülmüştür. Birçoklarının inandığının aksine bunu sadece işçi çıkarak başarmıyorlar. En yüksek verime ulaşmak için her yolu deniyorlar. İşçi alırken bile devletten daha seçici davranan özel sektör, hâliyle daha başarılı oluyor. Tamam, özel sektörün derdini yüklendiği bir halk yok belki ama devlet de bu görevini önüne geleni, rastgele alanlarda istihdam ederek yerine getirmemeli.
Bir lokanta sahibi bile bir dönerci alacağı zaman iki kere düşünür. Malûm, adamının eline döner bıçağı verilecek, değil mi? Ama devlet bu kadar ciddi davranmıyor bence. Öyle olsaydı, eline silah aldığı zaman kendini Allah sanan güvenlik görevlileri olmazdı… Devlet eline silah verdiği polislerin seçimi konusunda yeterince seçici davranmıyor. Elbette belli kurallar var ama hiç de yeterli değil sanırım. Boy, kilo, sağlık raporu falan filan… Ancak eline silah, öldürme aracı, verdiğimiz insan çok ama çok daha ciddi şartlarla işe alınmalı. Bu arada boya kiloya niye baktıklarını da anlamıyorum. Nitekim çevik kapkaççılar peşinde koşamayan onlarca kilolu polis var… Bakmanızın bir amacı olmalı, değil mi?
Polisin karıştığı şiddet ve taciz olaylarını görünce hemen ‘polis’ kelimesinin anlamı geliyor aklıma. TDK’nın polis için verdiği ilk anlam şu: Şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta. Bir olana bir de olması gerekene bakıyorum… Şiddet-güvenlik, taciz-huzur… Bir nevi oksimoron (İki zıt anlamlı kelimenin bir arada kullanılması) durumu yani…
Elbette her polis şiddet ve taciz olaylarında başrolü oynamıyor. Ve gene elbette her meslekte çürük elmalar var. Ama polislerin karıştığı bu tür olaylar daha fazla yansıyor halka… Belki de şiddet-taciz en çok onların mesleğine zıt olduğu içindir… Bu yüzden dikkat çekiyordur, bilemiyorum.
Bele takılan o öldürme aracının polislere veriliş nedeni öldürmek değil. Hatta ‘Ben devletim, bana güvenmiyor musun?’ cümlesiyle baskı kurup, şiddet uygulayarak insanları devlete güvenmeye zorlamak için de verilmemiştir o araç. Kendisine verilen haklar doğrultusunda güvenliği sağlamaktır asıl görevleri. Baskı kurmak, gereksiz yere zor kullanmak, şiddet uygulamak, tecavüz etmek hele hele yargılamak değil polisin işi… Bu saydıklarımın hepsi tiksindirici, kişiyi devletine karşı soğutucu nedenler… Ama sonuncunun benim için ayrı bir önemi var. Bir T.C. vatandaşı olarak ne yaparsam yapayım, polisimin beni yargılamaya, azarlamaya hatta karıştığım olayla ilgili en ufak bir yorum yapmaya bile hakkı olmadığını düşünüyorum. Eğer polisler bu işi de üstleneceklerse adalet diye bir şey kalmaz!
Saygın bir mesleğim var… Ez kaza içeri girsem, memurların mesleğimden ötürü bana saygılı davranacağından şüphem yok. Ancak ben bile korkuyorum polislerden. İşsiz güçsüz insanlar dahası suçluların durumunu düşünün bir de… ‘Kötü bir şey yapmadıysan, polisten korkmana gerek yok!’ Cümlesi bana saçma geliyor. Çağdışı geliyor. Bir kere ülkemizde hatta dünyada kötü bir şey yapmasan bile polisten şiddet görebiliyorsunuz. Dahası kötü bir şey yapsam bile polisten değil, yargıçtan korkmam gerek! Çünkü cezayı verecek olan o! Ama yargıcın önüne gelene kadar başıma geleceklerdir beni korkutan…
Gün geçmiyor ki polisin, öğretmenin, doktorun, memurun başrolde olduğu şiddet ya da taciz haberi gelmesin… Şiddet ve taciz konularında insanlığını yitirmemek için mesleki eğitimden daha önemli şeyler var. Bizler çocuklarımıza o önemli şeyleri öğretmeli ve bunları içselleştirmelerini sağlamalıyız. Bunu başardığımız zaman, öğretmenler şiddeti eğitim için gerekli cezalar arasından çıkaracaklar. Doktorlar hastalar için var olduklarını unutmayacaklar. Memurlar memur edildikleri iş için para aldıklarını her an bilecekler. Ve polisler… Bellerine takılan öldürme araçlarıyla ne yapmaları gerektiği kadar ne yapmamaları gerektiğini de bilecekler.
Çağdaşlaşmak, çağın ötesine geçmek istiyorsak; öğreten öğretmen, iyileştiren doktor, güven veren polis lazım bize… Ve tabi ki saydığım meslekler ve dahası, gülümsemenin de aldıkları paraya dâhil olduğunu bilmeli…

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...