23 Aralık 2015 Çarşamba

Türkçe De Mi Gonuşmıyak? ;)




Kadınlar Basketbol Süper Ligi'nde Adana Botaş'ın GS'yi yendiği maçın ardından son günlerin en komik olaylarından biri yaşandı. "Komik" diyorum ama aslında hiç de komik değil. Bu, bir "dram". ;) 

Olay şöyle gelişiyor... Adana Botaş, GS'yi yeniyor. Evet, yeniyor. Vurgulamamın olayla bir ilgisi yok aslında. Fenerbahçeli olduğumdan GS'nin yenilmesi hoşuma gittiği için bir daha yazmak istedim. ;) Tamam kızmayın, şaka yaptım... Üstüme gelmeyin, bir de İngilizce yazarım GS'nin yenildiğini! Sonuçta İngilizce biliyorum. Gerçekten TRT muhabirinin İgilizcesi ile kıyaslayınca Kraliçe Elizabeth'i tavlayacak kadar İngilizce biliyormuşum hissine kapılıyorum... ;)

Maçın ardından İngilizce bilmemesi dışında her halinden TRT muhabiri olduğu belli olan beyefendi, Yunan oyuncu Evathia Maltsi ile röportaj yapıyor. Daha doğrusu buna niyetleniyor. İşte bu niyetle,

"Evet Maltsi, tebrikler Galatasaray'ı yendiniz..." diyor tabii Türkçe. Hem de öyle bir havayla söylüyor ki sanki konuşan TRT'nin İngilizce bilmeyen muhabiri değil, Karamanoğlu Mehmet Bey... Maltsi ise acımasız, kesiyor hemen. "English (İngilizce)" diyor. Hayır, sanki babadan İngiliz hanımefendi... Oysa Yunan. Belli ki İngilizcesi ile hava atmak istiyor (!) Bu cevap karşısında adeta TRT muhabiri kalakalıyor. "Okey, okey, thank you! (Tamam, tamam, teşekkürler) Hakan söz sende." diyerek röportajı bitiriyor. Ve belki de dünyanın en kısa röportajını yapmanın şerefine layık oluyor. ;) 

Şimdi olaya farklı bakış açılarından bakmaya çalışalım... Birincisi TRT böyle bir personeli nasıl çalıştırabiliyor? Yani böylesine kurumsal bir kurumda "I go, you go, we go!" diyecek kadar dahi İngilizce bilmemek de ne demek? Kurum TRT olunca Türkçeden başka dile ihtiyaç duyulmuyor mu? Yoksa bu kadar ""dil"siz olunca Türkçenin yüceltildiği mi sanılıyor?

Olan olmuş, TRT dil bilen binlerce işsiz insan varken "dil bilmeyen" bir muhabiri işe almış diyelim... Ev hanımlarının bile "Bir yerde lazım olur!" deyip İngilizce kurslarına yazıldığı bir dünyada, koskoca TRT muhabiri kendini geliştirmekten nasıl bu kadar uzak olabilir?

Hadi onu da anladık. Yahu mübarek, karşındaki sporcunun yabancı olduğu belli... Ne sanıyordun? Sular seller gibi Türkçe mi konuşacaktı seninle? Hiç mi düşünmedin onun da seninle aynı kafada olabileceğini? Gerçekten düşünsenize onun da İngilizce bilmediğini... Allah muhafaza el kol hareketiyle anlaşmaya çalışırken bir Türk Yunan harbi çıkardı herhalde! ;)

Son olarak olaya "Herkes İngilizce bilmek zorunda mı?", "Adam TRT'de çalışıyor, BBC'de değil!", "Türkçe konuşmak ne zamandan beri suç oldu?" bakış açısıyla yaklaşanlara değinmek istiyorum... Elbette ki her Türk, Türkçe konuşmayı bir şeref sayar... Ancak Türkçenin yanında başka dil ya da diller bilmek, gerektiğinde bu diller yardımıyla iletişim kurarak işimizin gereğini yerine getirebilmek Türkçeyi alçaltmaz. Kaldı ki bu olayda bilinçli bir tepki yok. Bir acizlik var. Koskoca TRT muhabirinin içler acısı durumu var.

Elbette ki kimsenin ekmeğinde gözümüz yok. Kimsenin ekmeğinden olmasını istmemem. Şahsen tek isteğim, herkesin kendini geliştirmeye açık olması. Her şeye rağmen ümidim var. Çünkü normal şartlarda TRT muhabirinin "Türkçe de mi gonuşmıyak?" başlıklı bir açıklama yapması, TRT'nin de muhabirini savunması gerekiyordu. Kaç gün oldu hâlâ ses yok! ;)

Şaka bir yana... Ülkemizde yüz binlerce genç ve donanımlı insan var ki KPSS engeline takılıyor. Ve onların yerine en basit donanımlardan dahi yoksun insanlar çok "kıyak" kadrolarda bulunuyorlar... Biz ise elimizden bir şey gelmediği için, umarsız, gülüyoruz ağlanacak halimize!


17 Aralık 2015 Perşembe

Önden Buyurun Lütfen, Allah Aşkına Buyurun!



Bildiğiniz üzere birkaç gün önce Cizre ve Silopi'de görev yapan öğretmenlere MEB'ce bir mesaj gönderilmiş ve "hizmet içi eğitim"e alındıkları bildirilmişti. Aynı mesajda öğretmenlerin "semineri memleketlerinde alabilecekleri" de belirtilmişti. Yılın bu vaktinde iki ilçedeki tüm öğretmenleri "hizmet içi eğitim"e almak pek alışılmış bir şey değildi. Gerçekten durumun artan terör olayları ile alakalı olduğu belliydi. Dahası bu "sokağa çıkma yasağı"nın kapıda olduğunun habercisiydi. Zaten aynı tarihlerde çeşitli illerden güvenlik güçlerinin Cizre ve Silopi'ye  kaydırıldığını basından öğrenmiştik.

Her iki kentte de mesajı alan öğretmenler, çoluk çocuk yollara döküldüler. Özel aracı olmayanlar otogarı kullanmaya niyetlense de bunun güvenli olmadığının da ayrıca bildirildiğini ve bu yüzden bazı öğretmelerin otostop yapmak durumunda kaldıklarını yine basından takip ettik.

Oralarda olanlar daha iyi bilirler elbette... Bir sıkıntı olduğu açık. Yoksa bu derece önlemsel bir yaklaşım devletin tercih edeceği bir şey olmasa gerek. Nitekim sınırları içerisinde rutin hayatın aksamasını hiçbir devlet istemez. Ancak bir mesajla panik havasına sokulan öğretmenlerin kendi başlarına bırakılmaları aslında sorunun çok da büyük olmadığını, sadece operasyon öncesi önlem alındığını gösteriyor. Aksi takdirde çok daha planlı bir tahliye gerçekleşirdi, bence.

Bizde çok kalabalık bir kitle var ki bunlar ülke gerçeklerinden uzaklar... Gerçekten Doğu deyince akıllarına Adana gelir. ;) Bu aklı evveller çiğ köfte yeyip, halay çekmeyi kardeşlik için yeterli görürler. Hele bir de "zılgıt" attılar mı, tamam. Kardeşlik perçinlenmiş olur. Bu arkadaşlar vatanın "bir karışını" kimselere vermezler ama vatanın o "bir karışına" tayinleri çıkınca hayata küserler... Yine bu arkadaşlar özgürlük, demokrasi, halkların kardeşliği gibi kavramlara bayılırlar... Ama makul olsun uç olsun devletten herhangi bir talepte bulunan Kürt gördüklerinde Hitler'den daha ırkçı kesilirler... 

İşte bu acayip kitle MEB'den gelen mesaj üzerine Cizre ve Silopi'den ayrılan öğretmenleri eleştiriyor. "Öğretmenler okuldan kaçmışmış, çocukları okulsuz bırakandan öğretmen mi olurmuş, geriye hangi yüzle döneceklermiş, falan filan...." Bunlar hep acı sözler, beylik cümleler... Zira bu sözlerin birinin dahi oradaki çocuklara hayrı yok. Bu cümleler; sadece ve sadece can güvenliği olmayan bir ortamdan, kendisine verilen imkanla ayrılan öğretmenleri hedef alıyor. Daha açık konuşmak gerekirse... Bu cümlelerle öğretmenler, oralarda kalarak eğitim vermedikleri için falan değil canlı kalkan olmadıkları için eleştiriliyor! İşin kötüsüyse bu cümleleri kuranların çoğu bunun farkında değiller! Hayır ne sanıyorlar? "Okullar açık, öğrenciler okulda... Hatta bu hafta yerli malı haftası kutlanacak.... Ama bir öğretmenler yok(!)" Öyle mi?

Ne şekilde olursa olsun, hırsızın hiç suçu yokmuşçasına, oralardan ayrılan öğretmenleri eleştirenleri haksız buluyorum. Art niyetli, düşüncesiz buluyorum.. Dokunaklı bir iki cümle yazarak takipçi artırma derdinde olan zavallılar olarak görüyorum... Hayır, sanki onlarca yıldır süre gelen sorunun müsebbibi öğretmenler! Her şeye rağmen beni asıl yaralayan, bu tarz paylaşımları yapanlar arasında öğretmenlerin de olması.

İnandığı değerler uğruna oralarda kalarak cesur duruş sergileyen meslektaşlarımı tebrik ediyorum. Hatta onları kıskanıyorum. Ama onların bu cesur duruşları, tercihleri... Diğerlerini değersizleştirmez. Asıl değersiz olan, kendilerini vicdanlı fakat milleti geri zekalı sananlardır!

Gerçekten Cizre ve Silopi'den ayrılan öğretmenleri eleştiren herkesi anlarım da bunu yapan öğretmenleri anlamam. Yahu mübarekler, siz kimi kandırıyorsunuz? Kendinizi mi? Türkiye'de yaklaşık 1 milyon öğretmen var. Ve oralara tayin isteyip de tayini çıkmayacak öğretmen yok! İsteyen herkesin tayini oralara çıkar, anlatabiliyor muyum? Hayır, madem o kadar "öğretmensiniz"... Önden buyurun lütfen, Allah aşkına buyurun!


1 Aralık 2015 Salı

Profesör Olmuş Ama Amip Olmamış! ;)




Celâl Şengör diye bir adam varmış... Hocaymış... Hoca dedikse öyle sıradan bir hoca değil! Profesör olanından... Gerçekten Jeoloji Profesörü olan Celâl Bey'de öyle kallavi bir CV var ki iş başvurusunda bulunsa bir top A4 kâğıdı kullanması gerekir! İnanmayan Google'a Celâl Şengör yazsın! ;) Gel gelelim ben de bu adamı geçen haftaya kadar tanımıyordum. Tabii bu, benim cahilliğim. Ancak onu tanımama neden olan açıklamaları ise onun cahilliği! ;)

CV'sinden anlaşılacağı üzere büyük bir bilim adamı olan Celâl Bey'in yazmış olduğu yüzlerce makalesi, onlarca kitabı var. Yukarıda verdiğim bağlantıya göre kitaplığında 30000 kitabı varmış. Her ne kadar yüzünde kendi hâlinde ton ton bir dede ifadesi olsa da...  Gözlüğünden, sakalından ve de papyonundan sahip olduğu kitapların en az 20000'ini okuduğu belli. ;) Ben böyle deyince hemen yukarıdaki fotoğrafa bakma gereği hissettiniz, değil mi? ;) Hadi rahat rahat bakın, öyle devam edelim! ;)

Efendim gazete okuyanlar, sosyal paylaşım sitelerinde hesabı olanlar hatta sadece televizyondan haber izleyenler bilirler... Celâl Şengör, geçen hafta Armağan Çağlayan'ın kendisi ile yaptığı röportajda bir Kenan Evren güzellemesi yapmıştı. Meğer Celâl Bey'de öyle bir Kenan Evren sevgisi varmış ki... Anlata anlata bitiremeyince işin şeyini çıkarmış tabii! ;)

Celâl Şengör, Kenan Evren güzellemesinin bir yerinde "Kenan Evren’in 12 Eylül'de yaptığı her şeyi onaylıyorum." diyor... Armağan Çağlayan buna inanamamış olacak ki "Şaka yapıyorsunuz."diyor önce. Sonra darbe zamanında yapılanlardan aklına ilk gelenleri sıralıyor.... Diyarbakır'da, Mamak’ta cezaevlerinde yapılanları hatırlatacak oluyor... "Evet ama bu gene de insanların, efendim tırnaklarını çekmek…" falan diyor... Yetmiyor, "İnsanlara dışkısını yedirmek gibi.." diye ekliyor. Bunun üzerine Celâl Bey, geri adım atacağına "Hayır, hayır bir dakika. Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil." diye üsteliyor. "Nasıl değil?" diye saf saf soran Armağan Çağlayan'a da "Ben bal gibi yerim..." diyor. Ve haklı çıkmak için tuhaf bilimsel çalışmalardan dem vuruyor.

Yıllar önce birileri çıkıp "Çayda radyasyon yok!" deyip ispat için çay içtiğinde aylarca konuşmuşuz... Bu gün dünyaca tanınan bir bilim adamımız insan dışkısı yemenin işkence olmadığını ispatlamak uğruna "Ben bal gibi yerim..." diyor ve bunu marifet sayıyor... Kafamızı hangi taşlara vursak acaba?

Bu arada iddianın sahibi kerli ferli bir bilim adamı olduğu için bildiklerimi sorguladım. Gerçekten insanlık hâli. Belki de ben "işkence"nin anlamını yanlış biliyorumdur. Tabii siz de öyle. ;) O sebeple hemen TDK'dan baktım. Baknız TDK ne diyor işkence için... "Bir kimseye maddi veya manevi olarak yapılan aşırı eziyet."


Amip diye bir hastalık var. Bu hastalık bir bağırsak hastalığıdır. Hijyenik koşulların bozuk olduğu ortamlarda, özellikle dışkı bulaşmış su ve yiyeceklerin tüketilmesi ile bulaşır. Bir yakını, kendisi, hele hele çocuğu amip olanlar pek iyi bilirler nasıl acılar çektirdiğini... Şahsen bu hastalık yakınlarda bana da bulaştı. ;) Kolay kolay hasta olmayan biriyimdir. Doktora falan pek gitmem. Ama bu hastalığı geçirdiğimde parkelere yapışmış, ayağa kalkamıyordum. Beni bir an önce doktora yetiştirmesi için eşime yalvardığımı hatırlıyorum. Bir de iki yaşındaki kızım değil de ben amip olduğum için şükür ettiğimi hatırlıyorum.

Demem o ki küçücük bir pislik dahi dalyan gibi adamı (dalyan burada ben oluyorum ;)) parkeye yapıştırmaya, acılar içinde kıvrandırmaya yeterken... İnsanlara dışkı yedirmek kim bilir nasıl maddi ve manevi acılar yaşatır?  Gerçekten onurlu bir ölümü böyle bir şeye tercih edecek nice insan vardır, kim bilir? Uzun lafın kısası Celâl Şengör, profesör olmuş ama amip olmamış! Hayır, daha önce amip olsaydı dışkı yemeğe bu kadar hevesli olmazdı. ;)

Bu olayı duyan herkesin benim gibi Celâl Bey'e bir ikramda bulunmak istediğini tahmin ediyorum. Ama tabii şık olmayacağı için şahsen ben kendime yakıştıramadığım bu fikirden vazgeçtim. Sonuçta ne dışkı yiyecek kadar ne de dışkı ikram edecek kadar aydın değilim! ;) Fakat en az onun kadar aydın olan bazı arkadaşlar cömertlik gösterip Celâl Bey'in üniversitedeki odasına dışkı servisinde bulunmuşlar. Ne diyelim, afiyet olsun! ;)


29 Kasım 2015 Pazar

Gönle Girmek




Bir kızın ya da erkeğin gönlüne bir bakışınızla girebilirsiniz. Ancak aynı kızın ya da erkeğin ailesinin gönlüne belki bir ömür giremeyebilirsiniz!


26 Kasım 2015 Perşembe

Başarısız Savunma



Dünyanın en yaygın ama en başarısız savunması: "Sanki bir ben yapmışım bunu? Herkes böyle yapıyor!"


24 Kasım 2015 Salı

24 Kasım Öğretmenler Günü



Bu gün Öğretmenler Günü.... Tabii sadece ülkemizde. ;) Bildiğiniz üzere dünyada Öğretenler Günü 5 Ekim'dir. Bizde 1981 yılından beri 24 Kasım, Öğretmenler Günü olarak kutlanır... Her ne kadar işin arkasında darbe hükümeti olsa da bu gün başta öğretmenler olmak üzere toplumca kabul edilmiştir.... Sanırım bunda 24 Kasım 1928'de Mustafa Kemal'e Başöğretmen unvanı verilmesine atıfta bulunulmasının faydası var. Adamcağızı her fırsatta sömürmüşüz âdeta! Neyse ki yiğidi sömürüp hakkını vermişiz... Hiç olmazsa halkına her şeyi sıfırdan öğreten adama Başöğretmen demişiz! ;)

Hazır Başöğretmen'den söz açmışken yazıya devam etmeden önce Başöğretmen'imizi saygıyla anmak ve başta kendim olmak üzere bütün öğretmenlerin Öğretmenler Günü'nü kutlamak istiyorum... ;) Günümüz Kutlu Olsun Efenim! ;)

Her ne kadar bazılarımız istemeyerek bu mesleğe adım atmış olsak da... Sınıfın kapısını kapatıp öğrencilerinizle baş başa kaldığınızda ailemizle bile kuramayacağımız bir iletişim kuruyoruz öğrencilerle... İşte yukarıdaki görselde öğrencilerin öğretmenlerine cennete koşuyormuşçasına koşmasının nedeni bu! Üstelik bu anlık bir şey değil... Tecrübeli öğretmen arkadaşlarla aynı okulda çalıştığım için hemen her gün onları ziyarete gelen koca koca adamları, kadınları görüyorum... Öyle bir bakışları var ki öğretmenlerine... Öyle bir sarılışları var ki... Öyle bir içten el öpüşleri var ki... Hem öğrencileri hem öğretmenleri kıskanıyorum... ;)

Toplumda öğretmenlerin çalışmadığına dair bir algı var. Bu algıyı oluşturanların bizzat öğretmen olmak isteyip de olamayanlar olduğunu düşünüyorum bazen. ;) Gerçekten öğretmenlerden daha iyi şartlarda çalışan hiç kimseden öğretmenliğin kolay olduğuna dair bir cümle duymadım. Aksine saygıda kusur etmezken sürekli övücü sözler duymuşumdur. Ancak öğretmene eş değer şartlarda ya da öğretmenden daha kötü şartlarda çalışanlar var ya... Hani şu "Hiç olmasa öğretmen olaydın!" diye milleti aşağılayanlar ve bu şekilde aşağılananlar... İşte onların derdi bitmedi, bitmiyor! Esasında onların derdi öğretmenlikle falan değil, kendileriyle... Neyse... ;)

Öğretmenliğin güzel yönleri üzerine bir yazı okumak isteyenler daha önce yazdığım Örtmeniiim! adlı yazımı okuyabilir... Öğretmenlerin neler çektiğinden haberi olmayanlara ise yine daha önce yazdığım Öğretmenin Psikolojisi yazımı öneririm... Şimdi size iki saat yaz tatilimizin üç ay olmadığını, angarya denebilecek şartlarda çalıştığımız hâlde milletin bizi günde üç saat çalışıyor sandığını, maaşımızın iki bin TL'yi bile zar zor geçtiğini, hepimizin ek ders almadığını, öğrencilere okumalarını telkin ederken kitap almaya kendimizin para ayıramadığımızı, ayırsak bile ayırdığımız paranın çalmaya yani korsan kitap almaya yettiğini, öğretim yılına hazırlık ödeneği diye verilen paraları kışlık odun kömüre bazen de bu yıl olduğu gibi kurban parasına vermek zorunda kaldığımızı, her bakan hatta müsteşar değiştiğinde gelecek kaygısına düştüğümüzü, zaman zaman işimizi sadece işimizi yaptığımız için velilerden azar işittiğimizi, sık sık darp edilip bazen öldürüldüğümüzü vb. anlatıp sizi sıkmak istemiyorum! ;) Gerçekten! ;) Beni zorlamayın... ;)

Yukarıdaki paragrafta ve verdiğim linklerde değindiğim sıkıntılar buz dağının sadece görünen yüzü... Gerçekten öğretmenlerin yaşadığı sıkıntılar, saymakla bitmez tabii ki! Nitekim hep derim: "Öğretmen olup da çekmeyen yoktur!" Zengin olsun fakir olsun her öğretmen, hayatının en az bir döneminde çok zor günler geçirmiştir... Fakat öğretmenlik, sıkıntıların bahaneye dönüşmesine izin verilmemesi gereken mesleklerin başında gelir, bence! Bu bakımdan, bir öğretmen olarak, bu güzel günde önemli bir eleştiri de bulunacağım... Kızmaca yok! ;)

Yaklaşık on yıldır öğretmenim. Aslında daha iki sene var. Ama "on yıl" deyince kulağa daha tecrübeli geliyor.... ;) Şu an itibariyle görev yaptığım sürenin yarısını öğretmen, yarısını yönetici olarak geçirmiş bulunmaktayım... Özellikle yönetici olduktan sonra çok farklı öğretmenlerle çalışmak durumunda kaldım. Kısacık meslek hayatımda birbirinden tümüyle farklı yüzlerce öğretmen tanımış oldum. Hepsinin de bir sürü güzel özelliği vardı. Hepsinden çok güzel şeyler öğrenirken birinden dahi kötü bir şey öğrenmedim... Buna rağmen bence mesleki anlamda biz öğretmenlerin ortak bir sorunu var: Özeleştiri!

Siyasi görüşünü bir an unutabilen hangi öğretmene sorarsanız sorun, memnun olmadığı çok şeyi sayacaktır size.... Ama kendi rolünü hiç sorgulamadan yapacaktır bunu! Oysa bizzat Başbakan'ımız bir hoca... Yani öğretmen! Yine iktidarda ve muhalefetteki partilerde önemli noktalarda öğretmen kökenli siyasetçiler var.... Hatta büyük sendikaların başkanlarının tamamı öğretmen. Yani ülkede olan iyi ya da kötü hiçbir şeyde bizim etkimiz yadsınamaz! Bütün bunlara rağmen öğretmenler çağdaşları ile aynı şartlarda yaşamıyor... Bütün bunlara rağmen öğretmenler çağdaşları ile aynı şartlarda eğitim vermiyor, veremiyor!

Şimdi yazıyı buraya kadar okuyan meslektaşlarım bana kızmaya başlamıştır çoktan. Sınıfıma ihanet ettiğimi düşünüp okumayı bırakanlar bile vardır. ;) Çok uzun yıllardır öğretmenlik yapmıyorum belki.... Ama bir tane öz eleştiri yapan öğretmen görmedim geçekten. Kendim de dahil tabii! ;) Maddi bir kazancı olmadığında kendini geliştirmek için bir eğitime katılan bir öğretmeni tanımadım ben. Gerçekten "Şu konuda biraz eksiğim  var. Kendimi geliştirmem lazım!" diyene rastlamadım. Ancak bir başkasını eleştireni gördüm... Başkasını takdir edebilene pek az rastladım... Ancak çok zaman önce yaptığı güzel bir etkinliği ballandıra ballandıra anlatanı çok gördüm! ;)

Her mesleğe saygım vardır. Ancak peygamber mesleği olan öğretmenliğin kutsiyetini kimseyle tartışmam. Öğretmen olmayan arkadaşlar üzgünüm, mesleğimi içselleştirmiş bulunuyorum... ;) Şaka bir yana öğretmenliğe çok anlam yüklüyorum ama bu mesleğin doğasında var. Gerçekten diğer mesleklerle bir toplumun şurasını burasını düzeltebilirsiniz...  Diğer mesleklerde özeleştiri yapılmadığında toplumun şurasında burasında eksiklik olabilir. Topyekun bir gelişim ise ancak ve ancak öğretmenler eliyle olabilir.... Ama bunu özeleştiri yapmaktan aciz öğretmenlerle yapmak mümkün değil elbette! Bana inanmıyorsanız "Ulusları kurtaranlar, yalnız ve ancak öğretmenlerdir." diyen Başöğretmen M. Kemal Atatürk'e kulak verin! Belki o zaman kendi kıymetimizi daha iyi anlarız... ;)

17 Kasım 2015 Salı

Melek Baykal Haksız Değildir Belki De ;)




Oyuncu Melek Baykal, Yozgat'taki Hayri İnal Konağı'nı ziyareti sonrasında sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı. Tümüyle gereksiz ve ürkütücü bu paylaşım, başta kendisi olmak üzere vicdanı olan herkesi rahatsız etti. Gerçekten paylaşımın içeriği insanları aşağılıyor, ayrıştırıyor, ötekileştiriyor... Hani kendi kişisel hesabından paylaşmasa, hani ortada fotoğraf falan olmasa birilerinin ona komplo kurduğunu düşünebilirsiniz...

Melek Hanım, konağın duvarında gördüğü yüz yıllık fotoğraflardan çok etkilenmiş. Fotoğraflardaki İnal ailesi ona çok medeni gelmiş... Ancak çıkışta etrafını saran teyzeler için aynı şeyi düşündüğü söylenemez. Nitekim fotoğraftakiler ile o teyzeler arasında bir kıyaslama yapmış ve "...Biz ne zaman ve neden bu kadar geriye gittik..." diye sormuş kendine... Öncesinde de "Yüzümdeki ifadeden ne kadar mutlu olmuşum anlarsınız..." diyerek hoşnutsuzluğunu dile getirmiş ve yukarıdaki fotoğrafı paylaşmış... Gerçekten çok mutsuz görünüyor, değil mi?

Temmuz 2013'te de vatandaşın biri buna benzer bir paylaşım yapmıştı. O zaman yazdığım yazıda bakınız ne demişim:
Buna benzer olaylar öteden beri ama özellikle son on yıldır yaşanıyor ülkemizde. Tarihimizde bu tarz maksadını aşan çokca cümle kurulmuştur. "Bu ülkeyi Hassolarla Memolar mı yönetecek?", "Muhtar bile olamaz!", "Göbeğini kaşıyan adam", "Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi?" ve ... Ve maalesef "Hah iftarları bitti galiba.. Düşmeye başladılar.. Badem IQ'lar.." Yazının devamını buradan okuyabilirsiniz...
Fotoğrafa baktıkça onun oynadığı bazı dizilerdeki bazı sahneleri izlerken yüzüme yerleşen ifade geliyor aklıma. Tıpkısının aynısı. ;) Hele bir dizisi var ki... Bir sürü böyle sahne var. Hani şu gündüzleri defalarca ekrana gelen ve hedef kitlesi de yukarıdaki teyzeler olan dizi. Cennet Mahallesi yani. ;)

Elbette sanatçılar, aydınlar bazen toplumlarıyla ters düşebilir. Sonuçta bu insanlar amigo ya da şakşakçı değiller. İnsanlar kendilerini desteklesin diye gerçek fikirlerinden vazgeçemezler. Ancak aynı sanatçılar ve aydınlar hiçbir şekilde topluma hakaret edemezler! Bunu yaptıkları gün sanatçılıkları ve aydınlıkları sorgulanır. Konuya dönecek olursak... İnsanların hayatlarının dizisini yapacaksınız, aynı insanlara bu diziyi satacaksınız... Sonra da kalkıp o insanları kullandığınızı itiraf edercesine onlara hakaret edeceksiniz... Vallahi hiç etik gelmiyor... Sanatla da sanatçıyla da bağdaştıramıyorum bütün bunları...

Haydi itiraf edin, zaman zaman siz de sizinle aynı fikirde olmayanların geri kafalı olduğunu düşünüyorsunuz, bunu düşünmeden edemiyorsunuz! Yalan mı? ;) Şahsen ben de Melek Hanım'ın sorduğu soruyu soruyorum bazen, yalan yok! Gerçekten bir Mevlanaları, Yunusları düşünüyorum... Bir de Melek Baykalları... Sonra dayanamıyor soruyorum, içimden, kendi kendime: Biz ne zaman ve neden bu kadar geriye gittik? Cevabını bulamadım! ;)

Paylaşım ortalığı toz duman edince... Çok geçmeden Melek Baykal, paylaşımı kaldırdı. Ve gerçekten içten yazılmış bir özür yazısı yayımladı. Öz eleştirilerde bulunarak maksadını aştığını belirtti. İlk paylaşımı ne kadar yıkıcı idiyse ikincisi o kadar yapıcıydı.

Melek Baykal'ın bu konuda tutar tek yanı, özür dilemesi. Şahsen özür dilemeyi, dileyebilmeyi, büyük bir erdem olarak görüyorum. Tam da bir sanatçıya, bir aydına, yakışır hareket! Nitekim bu tarz durumlardan "Ben değil, kuzenim paylaşmış!" ya da "Hesabımı çalmışlar... Adıma paylaşım yapmışlar!" diyerek salağa yatmak suretiyle sıyrılanları da biliyoruz sonuçta... ;) O bakımdan olayın vehametine rağmen Melek Hanım'ın özrü için "Yetmez ama evet!" diyebiliriz, demeliyiz! Tabii derdimiz üzüm yemekse... Tabii bağcıya ayrıca bir gıcığımız yoksa! ;)


13 Kasım 2015 Cuma

Atatürk, Akitgiller ve Diğerleri




Hafta başında 10 Kasım ile ilgili bir yazı yazarak ulu önderi anmak niyetindeydim. Onu gerçekten anlayan, anlamaya çalışan, herkes gibi arkasından güzel şeyler söylemekti hedefim. Zaten ölünün arkasından kötü söz söylenmez ki bizde, değil mi? Gerçekten o, öyle büyük bir lider ki ne onu puta taparcasına sevenler ne de varlığını ona borçlu olduğu hâlde ona sövenler ona ve bıraktığı değerlere zarar verebiliyor...

Yazıyı kafamda şekillendirmeye çalışırken bir yandan da "Acaba bu yıl bir densizlik yapan olacak mı?" diye düşünüyordum. Gerçekten her sene ya ona tapan biri çıkıp acayip şeyler söyleyerek maksadını aşıyor yahut kendine dahi hayrı olmayan nankör birileri çıkıp ona dil uzatıyor... Aslında iki zıt kutupta yer alan bu tarz insanlar, fayda bakımından farksızlar... Yani faydasızlar... Nefreti körükleyip, toplumu ayrıştırıyorlar... Savundukları fikirlerden tiksindiriyorlar...

Birkaç yıldır gözlemlediğim bir şey var... Mustafa Kemal Atatürk'ü anma etkinlikleri sözde onu en çok sevenlerce haftalar öncesinden başlatılıyor... Gerçekten 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'ndan önce onun yokluğuna vurgular yapılarak bayram âdeta sönük bir havada geçiriliyor... İnsanlar haftalar öncesinden yas havasına sokuluyor... Gerek sanal alemde gerek gerçek hayatta bizzat belediyelerce paylaşımlar, bildiriler, afişler, toplantılar ve etkinlikler aracılığıyla yapılıyor bu... Ya gerçekten onu çok özlüyoruz ya da gerçekten onu sömürüyoruz... Yoksa onun bıraktığı en büyük değer olan Cumhuriyeti gölgelemezdik! 

İnançlarını hiçe sayarak ona tapanların onu sömürmesini görünce aklıma şu ilginç anektod gelir hep. Ve onu daha çok özlerim... 
“Vaktiyle Atatürk’ün yanında hizmet etmiş sivil polislerden biri anlatmıştı: Bir gün Atatürk yine o meşhur âlemlerinden birini yaşıyor, yaşatıyordu. Salona büyük bir masa kurulmuştu. Ata hem içiyor, hem konuşuyordu. Bir aralık durdu, etrafındakilere: 
'Söyleyin bakalım, bu millet ben öldükten sonra hakkımda ne diyecek?' diye sormuş.
Hâzirûn sıra ile sorguya çekildi. Kimi münci, kimi dahî, kimi bu milleti ve bu vatanı yoktan var eden insan demişler. Hatta, Allah’a, peygambere kadar yol alanlar olmuş. Atatürk gülmüş:
‘Hayır, hiçbiriniz bilemediniz. Bakın ne diyecek bu millet benim hakkımda: Bu adamın etrafını böyle pu..t pe…k takımı sarmasaydı memlekete daha çok hizmetler yapacaktı.’ 
Atatürk’ün bu sözü üzerine etraftan öylesine bir alkış kopmuş ki Ata, bir gülmüş ki kadehini fırlatıvermiş?” (Temellerin Duruşması/Ahmet Kabaklı)
Geçmiş yıllarda Mustafa Kemal'e birçok saygısızlık yapılmıştı. Hâlâ yapılıyor. Ve bu saygısızlıkların sonu hiç de gelmeyecek, maalesef! Ancak bu yıl epey ileri gidildi. Ve Akit TV densizliğin büyüğünü yaptı. 10 Kasım için yaptığı haberde "Zulüm, 1938'de son buldu." dedi. İnsanlar sosyal paylaşım sitelerinde tepkilerini gösterdiler. RTÜK'e şikayetler yağdı. Tam anlamıyla kıyamet koptu. Nasıl kopmasın ki?

Hırsızlardan, katillerden, gözü dönmüş sapıklardan, teröristlerden, eli kanlı diktatörlerden, katil devletlerden bahsederken bile daha ölçülü bir dil kullanmaya gayret eden bir medya organı, Mustafa Kemal Atatürk'e bunu reva görüyordu... Kahvehane ortamında bile söylenmeyecek bir sözü televizyondan yayımlamak... İnsanı aklı almıyor gerçekten.... Bunun neresi basın özgürlüğü? 

Velev ki söz konusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmasın. Velev ki çok daha mütevazi bir şahsiyet olsun... Memlekete daha az hizmet eden biri olsun... Hatta hiç hizmet etmeyen biri olsun... Hatta zaman zaman zararı dokunan biri olsun... Bir insana inandığımız dinin hiçbir değeriyle bağdaşmayan bir söylemle saldırmanın kime ne yararı olabilir Allah aşkına? Zulüm diyorsunuz ya... Nefretten medet umarak toplumun canını acıtmak asıl zulüm değil mi? 

Neyse ki millet böylelerine prim vermiyor... Neyse ki millet bir insanı eğrisiyle doğrusuyla sevmeyi biliyor. Neyse ki millet kıymet biliyor! Neyse ki insanlar ona sövenler ile onu sömürenlerin derdinin ne olduğunu biliyor! Tabii şimdi bu dediklerime inanmayıp halkı aşağılama pahasına "Milletin hiçbir şey bildiği yok!" diyenler olacaktır... ;) Lâkin bu tespit doğru olsaydı... Tam 77 yıl sonra 10 Kasım'da sirenler onun için çaldığında milyonlar, hiçbir zorlama olmadan tamamı ile kendi rızalarıyla saygı duruşuna geçmezdi! 


3 Kasım 2015 Salı

Seçim Meçim... ;)



Beş ay içinde ikinci kez sandığa gittik. 7 Haziran ile 1 Kasım arasında sadece beş ay olmasına rağmen iki seçim sonucu arasında dağlar kadar fark var. Elbette ki beş ay boyunca memlekette çok şeyler yaşandı. Özellikle de acı şeyler... Gerek bu acı şeyler gerekse başka başka bir sürü nedenler seçim sonuçlarını etkiledi. Bütün bunların ilgililerce araştırılması gerekiyor. Fakat bunu yapması gereken kurum ya da kuruluşlar da bu konuda pek becerikli değil. Yoksa istekli değil mi demeliyim? 

Öz eleştiri yapmak zordur. Bu yüzden siyasi partilerin kendilerini eleştir(e)memelerini anlayabiliyorum (!) ;) Fakat anket şirketlerinin başarısızlığını anlayamıyorum. Şampiyon ilan edilen anket şirketi bile ancak 2,5 puan farkla seçim sonucunu tahmin edebilmiş! Gerçekten her nedense anket şirketleri seçim sonucunu öngörmekte aciz kaldılar.

Tabii hâl böyle olunca insanın aklına başka başka şeyler geliyor. Seçim için yapılan bir ankette bir iki puanlık sapma olabilir, bu hatadır. Ve normaldir. Ancak neredeyse on puanlık bir sapma varsa... Bunun adı hata değil, manipülasyon olur! Bu noktada şunu belirtmek isterim ki burada "komplo teorisi" üretme amacı gütmeden komplo teorisi üretmiş bulunmaktayım! ;)

Sonucu öngörmekten geçtim, anket şirketleri sonucun ardından nedenler üzerinde düşünebilmekte bile acizler. Şahsen anket şirketlerinin bu acınası hâllerini, kopya çekmek serbest olduğu hâlde bir türlü geçer not alamayan öğrenciye benzetiyorum. Nitekim sonuçlar belli olduğu hâlde hâlâ mantıklı çıkarımlar yapamıyorlar. ;)

7 Haziran seçimlerinden sonra Demokrasi Bayramı diye bir yazı yazmıştım. Ve insanın fikrinin sorulduğu bu en büyük organizasyonu Demokrasi Bayramı olarak nitelemiştim. Fakat o yazıda her ne kadar arka planda işlesem de altını çizmeyi unuttuğum bir şey vardı: Saygı. Bu yüzden geç de olsa bu gün, bunu vurgulamak istiyorum... 

Her geçen gün eften püften bahanelerle kutuplaştığımız, kutuplaşmaya teşne olduğumuz bir ortamda sevinçten ya da üzüntüden kendimizi kaybedip hiç kimseyi aşağılamayalım, horlamayalım, dışlamayalım, hedef göstermeyelim... Peki ya ne yapalım?  Biliyorum onca şeyden sonra zor olacak ama birbirimize, seçimlerimize, saygı duyalım! Çünkü demokrasi tam da bunu gerektiriyor! Bunu yapmakta zorlananlara tavsiyem şu: Bir an için, sadece bir an için sizin savunduğunuz siyasi fikrin tamamen yanlış olduğunu, olabileceğini düşünün! Eminim bunu yapabilirseniz, empati de kurabilirsiniz!

Her seçim sonrası siyasi fikri ne olursa olsun, hangi partiye oy verirse versin, herkes Aziz Nesin'in "Türk milletinin % 60'ı aptaldır!" sözünü paylaşır. Bu, âdeta vazgeçilmez bir seçim ritüeli olmuş.  ;) Fakat çok azı  hiçbir kitabını okumadıkları Aziz Nesin'in neden böyle bir şey söylediğini merak edip de araştırmıştır.

Aziz Nesin, mizahın konuşulduğu bir platformda mizahi bir soruya cevaben "Türk milletinin % 60'ı aptaldır!" demiştir. Daha sonra bu cevabının nedeni sorulduğunda "Evladım, % 92 diyecektim, dilim varmadı!" diye yanıt vermiştir. Buradaki % 92 vurgusu, 1982 Anayasası referandumunadır. Üstat burada darbe anayasasına "Evet" diyen %92'yi eleştirmektedir. Fakat üstadın yaptığı ironiyi neredeyse tamamen tersinden anladığımız düşünülünce insan, her şakanın altında bir gerçek aradığı gibi bu şakanın da altında bir gerçek aramadan edemiyor. ;)


Sonuç olarak onlarca, yüzlerce hatta binlerce aydının halkı yücelten eserlerini bir kenara bırakıp hiç okumadığınız büyük bir yazarın bir esprisinden yola çıkarak milletin % bilmem kaçına aptal derseniz... Buna sığınarak öz eleştiri yapmazsanız... Buna sığınarak hakaretlerinize kaynak ararsanız... Biri de çıkar üstat gibi mizaha devam eder ve der ki "Türk milletinin %60'ı aptaldır. Fakat geri kalan %40'ı daha da aptaldır!" Bilmem anlatabildim mi? ;)

27 Ekim 2015 Salı

Ulusa Seslenişim Ama Bölük Pörçük! ;)




Mobidik'te e kitap olarak yayımlanan kitabıma buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Kitap hakkında kısa bilgi...

Bu kitabı yazdım. (İnsan söylerken bile tüyleri diken diken oluyor. Evet, yazdım. Yazdım, ben yazdım! ;) ) Çünkü yıllarca bir köşede biriktirdiğim fikir kıvılcımlarının kaybolup gitmesine göz yumamazdım. Bunları değerlendirmeliydim. Ancak her fikirden bir eser çıkarmaya ne ömrüm ne yeteneklerim yetecekti. Mecburen edebiyatımızda da örnekleri olan bir yolu seçtim. Ancak yazarken fark ettim ki bu yöntem bir tür “ulusa sesleniş”. ;) Gerçekten kitapta bir devlet başkanı gibi belli konularda fikirlerimi beyan ediyorum. Tek farkı devlet başkanı genelde televizyonu kullanıyor bense yazıyı. ;)

21 Ekim 2015 Çarşamba

Aziz Sancar: Son Türk, En Türk! ;)



Geçen hafta Aziz Sancar, Nobel Kimya Ödülüne layık görüldü. Bildiğiniz üzere bu ödülü daha evvel edebiyat dalında Orhan Pamuk almıştı. Yani Aziz Sancar, bu ödülü alan ikinci Türk vatandaşı. Medyadan takip edebildiğimiz kadarıyla hak ettiği bir ödülmüş. Zaten kendisi de bekliyormuş. Ama çok da gerekli değilmiş... Gerçekten onun yaptığı şeylerin yanında böyle bir ödülün anlamı kalmıyor... Mesela ödül aldığı çalışmasının sonunda kansere çare bulunabilecekmiş... İşin kendisi, ödül gibi zaten... ;)

Ödülü, ödüle giden yolda yaşadıklarını, bilimsel çalışmalarını konuşmak yerine başka, bambaşka şeylere odaklandık. Ödülü görmezden geldik. Gören duyan da sanki her hafta bir insanımız hatta bazen haftada iki insanımız Nobel ödülü alıyor sanacak. Ama yapacak bir şey yok. Sonuçta söz konusu bilim. E bizim de bilimle kimyamız pek uyuşmuyor, değil mi? ;)

Aziz Sancar, ödül alana kadar yüzlerce makale yazmış, onlarca kitap yazmış, bir sürü bilimsel çalışma yapmış, Amerika'da öğrencilere yardım etmek için vakıf kurmuş, daha eneler neler... Fakat hiçbirimizin bunlardan haberi yok. Ne zaman ki ödül aldı... Biraz kıymete biner gibi oldu. Biraz diyorum çünkü çok geçmeden konudan büsbütün uzaklaştık yine. Bilimsel çalışmaların yüceltildiği bir ödülden ırkçılık sohbetlerine vardık. Sadece biz de değil... Uygar Batı da yaptı bunu. En art niyetli sorularını salağa yatarak sordular adamcağıza... Ama adam yemedi tabii. Sonuçta ödüllü bilim adamı! ;)

Gerçekten BBC ödül alan Aziz Sancar'ı aradığında ilk olarak ödülü mödülü değil de milliyetini sordu. Bu konuyla ilgili olarak "Bana 'Arap mısınız, kısmen mi Türk'sünüz' diye sorarak saygısızlık yaptılar. BBC'ye söyledim, 'Arapça konuşmuyorum, Kürtçe konuşmuyorum, ben Türküm' dedim." diye konuştu hocamız. 

Röportaj nasıl yapılır, neler sorulur bilmiyorum. Fakat böyle bir ödül alan adama da sorulacak ilk soru "Kürt müsünüz, Arap mısınız?" olmamalı herhâlde. Hele de adam Türk vatandaşı ise. Hele de bununla övünüyorsa... Hele de aldığı ödülü Türk Evi'ne bağışlamayı düşünüyorsa... Bütün bunlar düşünülünce bu soruya kızmamak elde değil. Aziz Sancar da kızıyor. Adeta unuttuğumuz bir şeyi, Türklüğün ırkla alakalı olmadığını, hatırlatıyor. Ve bakın o soruyu soran için ne diyor: "Kızıyorum ona, çünkü bunlar Allah’ın gavuru, orayı karıştırdılar yüz yıl önce, hâlâ karıştırıyorlar. İngiltere’de kaç çeşit etnik grup var, ben sana soruyor muyum? ABD’de Katolik’i var, Alman’ı, İngiliz’i var. Nerelisin deyince 'Amerikalı' diyor, o kadar. Onlar illa yok Kürt müsün, yok Arap mısın?" Haksız mı? Tabii ki değil. E peki burayı karıştıranların amacını anlamak için illa Nobel ödüllü bilim adamı mı olmak lazım?

Bizden biri uluslararası ödül falan alınca durup bir düşünüyoruz. Sütten ağzımız yandığı için ön yargılı yaklaşıyoruz. Ondan olsa gerek böyle bir ödül alan birinden ülkeyi zora sokabilecek cümleler bekliyor insan. Aynı şey Aziz Sancar'da da oldu. Hele memleketini falan da öğrenince... "Bu ödülü yalnız ama güzel ülkemde zulme maruz kalan halklara armağan ediyorum falan filan..." demesini bekledik... Ama o da ne? Adam tam aksi şeyler söylüyor. Hayır, bilim adamı olduğu için deli falan deyip geçiştirmek de olmuyor! ;)

Her daim kutuplaşmaya hazır milletimiz bu konuda da baştan saflarını hazırlamıştı. Ama Aziz Sancar konuştukça saflar yer değiştirdi. Başlangıçta onu ve çalışmalarını sahiplenenler ile ona mesafeli duranlar şu anda tamamen yer değiştirmiş durumda. Bu durum kutuplara ayrıldığımızın bir başka kanıtı. Gerçekten söylediklerimizin ya da yaptıklarımızın bir önemi yok artık. Hangi tarafta olduğumuz önemli, maalesef! Oysa kutuplaşmak bize çok zarar veriyor. Şahsen Aziz Sancar'ın milliyetinin benim için önemi yok. O benim için ne Kürt, ne Arap, ne de Türk! O, çok zor da olsa hak ettiği yere gelen çok zeki bir insan. Ben asıl bununla gurur duyuyorum!

19 Ekim 2015 Pazartesi

Zekânın Önemi



Dünyayı daha iyi bir yer haline  getirenler üstün zekâlı veya normal zekâlı insanlardır. Dünyayı daha kötü bir yer haline getirenler ise bilinenin aksine geri zekâlılar değil sadece ve sadece normal zekâlı insanlardır.

16 Ekim 2015 Cuma

Yöneticilere Dair



İyi yönetici işi yapacak adamı seçmeyi, kötü yönetici işi batıracak adamı kayırmayı bilir!

Amigo Aydınlar



Toplumun bu kadar kutuplaşmasının en büyük nedeni, aydınların amigoluğa soyunarak sadece "taraftarlarının eşlik edeceği gerçekleri hatta bazen de yalanları" dile getirmesidir.

Eleştiri


Eleştirilerimizin eleştirdiklerimize bir katkısı yoksa sadece kıskançlıklarımızı dile getirmiş oluruz!

15 Ekim 2015 Perşembe

Takımımız, Milli... Ya Acılarımız?



İnsanlar, Google'da bilmem neyi ararken rastgele karşılarına çıkmış da olsa kendilerine has sebeplerle bir blog yazısının sonunu getirebiliyor, blog yazarının başka yazılarını da merak edebiliyorlar. Karşılarına bir daha çıkınca okumakla yetinmeyip yazarı düzenli takip edenler bile oluyor...

Bunun birçok nedeni olabilir. Ancak bir blog yazarının bunu sağlayabilmesinin yolu yazdığının insanlara yararlı olması ve belki de daha önemlisi zeki bir mizahla süslenmiş bir üslup kullanmasıdır! Bunu blog yazarlığına başlamadan önce okuduğum yazılardan öğrenmiştim. Nihayet blog yazarlığına başlayınca bunu tecrübeyle de sabitledim. Gerçekten hangi konuda yazarsa yazsın, bir blog yazarının yazdığının okunabilmesi için fayda ve mizah olmazsa olmaz...

İyi hoş da... Bazen blog yazarının ilgi alanı buna el vermiyor... Yani yazdığı konunun çok az insana katkısı olabiliyor ya da yazdığı konu mizaha uygun olmuyor... İşte o zaman işler çıkmaza giriyor.

Ben de son birkaç aydır bu çıkmaza girdim. Gerçekten bolca zamanım olmasına ve insanlara faydalı olacağını inandığım fikirlerim olmasına rağmen bir türlü yazamadım. Çünkü son birkaç aydır değinmeden edemeyeceğim konulara, mizah hiç yakışmıyor! Mizahtan vazgeçtim ben de. Azıcık da olsa faydalı olacağına inandığım yazılar yazdım daha çok.

Her şeye rağmen geçen hafta ortasında mizaha elverişli bir iki yazmak istediğim konu oldu. İlgi alanıma da uygundu. Mizaha da. Gerçekten ortalık da biraz durulmuş gibiydi...

Gel gelelim yazmaya fırsat bulamadan ortalık kana bulandı... Ankara'da onlarca insan hunharca katledildi. Hayatını kaybedenlere her gün bir yenisi ekleniyor hâlâ... Fakat bundan daha acı ve bir o kadar da tehlikeli bir şey var: Bazı insanların saçma sapan mantığa büründürmelerle bu katliam karşısında gizli gizli hatta bazen açıkça el ovuşturarak sevinmesi!

Bir insanın böyle bir katliamdan memnun olabilmesi, insanlık için çok ama çok acı. Bir toplumda böyle bir şeyden memnun olabilenler olması, o toplumun birliği için çok ama çok tehlikeli!

Katliamdan önce milli maça odaklanmıştım açıkçası. Ben de futbolla ilgilenen herkes gibi milli takımın bir mucize gerçekleştirerek Fransa 2016'ya direkt gitmesinin hayalini kuruyordum. Ve bu heyecan vericiydi. Düşünürken bile insan mutlu oluyordu. Ve bu gün bu hayal gerçek oldu. Milli Takım, en uçuk romanlarda bile karşılaştığımızda "Yok artık!" diyeceğimiz bir kurguyla Fransa 2016'ya gitmeye hak kazandı. Bu, belki de koskocaman 2015 yılında görüp göreceğimiz tek güzel haberdi. Ama... Yüreği olan hiç kimse buna sevinemedi! Sevinmeyi en çok hak edenler bile!

Fakat yüreği olmayanlar her şeyi unutup sadece bu güzel habere odaklandılar. Futbolla hiç alakaları olmasa bile sevinenler oldu. Çünkü elemeleri geçen takım, milliydi. Ve daha önemlisi onlar için birkaç gün önceki acı, milli değildi!

Son olarak New York Times'ın manşetine değinmekte fayda var. Nitekim içimizden birileri söyleyince tehlikenin boyutu inandırıcı gelmediğinden olsa gerek söylemlerimize, hal ve hareketlerimize çeki düzen verme gereği hissetmiyor olabiliriz... Belki uzaklardan yapılan bir tespit bizi gaflet uykumuzdan uyandırır. Bakın, dışarıdan bakan adamlar bizim için ne demiş? "Kederde ve zaferde, Türkler bölünmüş durumda!"


Sizce de öyle mi gerçekten?

11 Ekim 2015 Pazar

Ben ;)




Kısaca kendimi tanıtacak olursam "Evlat, eş, baba, öğretmen, yönetici, yazar ve tabii ki okur." yerinde bir tanım olur. Daha fazlası için devam ediniz. ;)

1985, Iğdır doğumluyum. Evli ve iki çocuk babasıyım. Çocukluğumu ve ilk gençlik yıllarımı Iğdır'da, üniversite yıllarımı Erzurum'da geçirdim. Kısa bir süre İstanbul'da yaşasam da şu an çekirdek ailemle Adana'da yaşıyorum.

İlk ve orta öğrenimimi Iğdır’da tamamladım. 2007 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümünden mezun oldum. 2013 yılında Okan Üniversitesi Eğitim Yönetimi Uzmanlık Bölümünde yüksek lisans yaptım. 2014 yılında Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünü bitirdim. Hâlen Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde eğitimimi sürdürüyorum.

2008 yılında sınıf öğretmeni olarak atandım. 2012 yılında MEB'de yöneticiliğe başladım. 2019 yılında kendi isteğimle yöneticilik görevimden ayrıldım. Hâlen Adana'da bir okulda sınıf öğretmeni olarak görevime devam ediyorum.

Çeşitli proje kitaplarının editörlüğünü üstlendim. 2010 yılında Milliyet Blog'da denemelerimi yayımlamaya başladım. Ayrıca 'Soner'in Bakış Açısı' adlı bloğumdan da aforizma ve denemelerimi yayımlıyorum. Yayımlanan Ötekilerin Hikâyesi adlı hikâye kitabımın yanı sıra yayıma hazır aforizma, öykü, deneme ve roman çalışmalarım vardır.

6 Ekim 2015 Salı

Ahmet Hakanlar


Cumhuriyet tarihimizde çok aydınımızı öldürdük, hem onların hem de memleketin ışığını söndürdük... Kimi zaman kurşunlayarak, kimi zaman arabalarına bomba koyarak, kimi zaman da Madımak'ta olduğu gibi diri diri yakarak yaptık bunu... Kiminde teker teker, kiminde topluca ama her seferinde canice kıydık bu canlara... Kıymaya da devam ediyoruz…

Canına kıydığımız aydınların yanı sıra bir de kendileri için planlanan ölümlerden kıl payı kurtulanlar var...  İşte Ahmet Hakan da bu saldırılara maruz kalan ve kıl payı kurtulan insanların sonuncusu... Ancak bu bizi barbarlıktan kurtarmaz. Çünkü ha Uğur Mumcular öldürülmüş, ha Ahmet Hakanlar dövülmüş... Ne fark  eder? İkisi de barbarlık!

Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan'a yapılan saldırı için Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi adlı kitabına atıfta bulunarak "...Açık bir Kırmızı Pazartesi olayı bu...." dedi. Gerçekten çok doğru bir tespitti. Nitekim bu kitapta işleneceğini herkesin bilmesine rağmen işlenmemesi için hiç kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetinin öyküsü anlatılıyor... Ahmet Hakan'a yapılan saldırıda da her geçen gün tırmanan bir gerginlik söz konusuydu. Ve süreçten haberi olan herkes sonucu tahmin edebiliyordu. Fakat bir şeyler yapılmadı ya da çok yavaş yapıldı. Neyse ki daha kötü şeyler olmadı.

Olayın ardından herkes Ahmet Hakan'a destek olmaya, onu yalnız bırakmamaya çalışıyor! Oysa o hiç de yalnız değil! Çünkü koca bir ülke onunla aynı durumda... Nitekim her gün eğitimciler, sağlıkçılar, basın mensupları; kadınlar, çocuklar; masumlar, korumasızlar şiddete maruz kalıyor... Ve birçoğundan haberimiz dahi olmuyor. İşte asıl yalnız olanlar, onlar!

Olay çok kirli bir olay olduğu için olayı açıklamak için hemen birçoğu akla yatkın komplo teorilerine başvuruyoruz… Oysa işin aslı şu ki biz şiddete meyilliyiz! Nasıl meylimiz olmasın ki? Boğazımıza kadar şiddete batmışız! Bir bakın etrafınıza! Bir bakın ve görün ne kadar insanımızın şiddete maruz kaldığını… Ya da şiddete maruz kalmayan insanımızın kalıp kalmadığını!

Evde anne, en ufak bir çaresizlikte çocuğunu hatta bebeğini dövüyor… Isırılarak, boğularak öldürülen bebekleri medyadan takip etmişsinizdir… Evde şiddetten kaçan, okulda akranlarından gelen şiddete maruz kalıyor… Akran şiddetinden kurtulan, olumsuz şartlar sayesinde iyice yetersizleşen öğretmen şiddetine maruz kalıyor… Kendi ailesinde şiddet görmeyen, evlenip kocasından görüyor şiddeti… Okulda şiddete maruz kalmayan, iş hayatında şiddetin misliyle karşılaşıyor… Ve bütün bunlara en çok maruz kalan, kadınlar oluyor maalesef…

Toplumda şiddet bu kadar yaygın olunca şiddetin toplumdan uzaklaştırılması kolay olmuyor. Öyle şiddet karşıtı bir iki sloganla, üç yüz beş yüz metre yürüyüş yapmakla şiddet toplumdan sökülüp atılamıyor… Sonuçta hemen her şey gibi şiddet de öğreniliyor… Hayatının her aşamasında şiddete maruz kalan bireyler, fırsat ellerine geçtiğinde şiddet uygulamaktan geri kalmıyor hatta bunu bir hak, bir görev sayıyor! Derken onmaz bir kısır döngü içine giriyoruz...

Bu noktada belirtmekte fayda var: Şiddet, sadece dayak değil! Maddi veya manevi çıkar için karşısındakine fiziksel, sözlü, psikolojik ya da işaretler yardımı ile yaptığımız her şey, şiddettir!

Şiddete bu gözle baktığımızda bir öğrencinin, bir annenin, bir devlet memurunun, bir patronun, bir CEO’nun, bir siyasetçinin  gün içerisinde kaç kez şiddete başvurduğunu hesaplayabiliriz… Ya da bizzat kendimizin gün içerisinde kaç kez şiddete başvurduğumuzu, en ufak sorun karşısında şiddeti birinci tercih olarak kullandığımızı fark edebiliriz!

Ahmet Hakan’ın başına gelen öyle bir olay ki dikkatsizce söylenecek her söz olayı meşrulaştırabilir! Buna rağmen koca koca kanaat önderleri, kerli ferli yazarlar “Amalı” cümleler kuruyor… Oysa şiddete karşı olmakla şiddet bitmiyor. Bunu her hareketimizle desteklememiz gerekiyor...

Unutmayalım... Biz olumsuz bir davranışın olumsuz olduğuna inanır ama davranışı sergilemeye devam edersek, çocuklarımız da o davranışın olumsuz olduğuna inanır ama davranışı sergilemeye devam eder. Biz olumsuz bir davranışın olumsuz olduğuna inanır ve o davranışı sergilemezsek işte o zaman çocuklarımız da o davranışın olumsuz olduğuna inanır ve o davranışı sergilemekten vazgeçer!

16 Eylül 2015 Çarşamba

Akdeniz'de İnsanlık Boğuluyor!

          

Beş yıldır süren iç savaş yüzünden Suriye, şu anda dünyanın en tehlikeli bölgelerinin başında geliyor. Gerçekten o kadar tehlikeli bir bölge ki insanlar her şeylerini bırakıp başka ülkelere hatta ölüme gidiyorlar… Hem de bile bile!

Savaşın merkezi Suriye. İlk önce anlaşmazlıklarla başlamıştı… Toplumda belli bir şiddet birikimi ve eğilimi olduğu için kısa sürede çatışmalar çıktı... Derken canlı-cansız bombalar orada can almaya başladı… Teröristler kutsalları kalkan yaparak orada kafa kesmeye başladı… Ölüm ve belki de ondan daha ağır olan işkence, tecavüz oralarda normalleşti… Bütün bu trajediler Suriye’de başladı ve dozajı artarak devam ediyor! Fakat ne bu savaşın nedenlerini bölgesel faktörlerle açıklayabiliyoruz ne de bu savaşın sonuçlarını bölgeyle sınırlandırabiliyoruz. Dolayısıyla, dünyanın büyük bir bölümünün çok istemesine rağmen, bütün bu trajedileri de bir ülkeye hapsedemiyoruz!

Trajedilerin kaynağı Suriye olsa da… Belki de çok daha vahim bir olay, çok başka topraklarda daha doğrusu sularda vuku buluyor… Avrupa'ya ulaşmaya çalışan mültecilerin derme çatma gemileri, şişme botları Akdeniz'de batıyor... Ve insanlar boğuluyor... Kıyılara cansız çocuk bedenleri vuruyor! Her gün onlarca hatta yüzlerce cansız beden kıyılara vursa da Akdeniz’de asıl boğulan, insanlığımız! Gerçekten kıyılara vuran masumlara ait cansız bedenlerin her biri, insanlığımızın öldüğünün canlı kanlı ispatı!

Savaşın ardından ortaya çıkan mülteci sorunu Avrupa’nın gerçek yüzünü bir kez daha ortaya çıkardı. Bu gün Avrupa, geçmişte olduğu gibi koskoca bir sıfır alacağı bir sınav daha veriyor… Gerçekten bu ve benzeri olaylarda Avrupa savunduğu bütün değerlere aykırı davranıyor! Daha doğrusu değerleri, sadece kendilerinden olanlar için söz konusu olunca akıllarına geliyor. Birkaç ay önce Yunanistan parasını koruyan kollayan Avrupa, çocuklara acı sularda boğulmayı reva görüyor! Aynı Avrupa, şans eseri savaşta ölmeyen ya da denizlerde boğulmayanlara da bizzat çelme takıyor! İnsanlık adına yaptıkları en büyük şey, çocuklarla fotoğraf çekip sınır dışı etmek! Çünkü Suriyeli çocuklar onlardan değil!

Avrupa’nın kendi insanlarını düşünerek, bizim gibi duygusal (!) hareket edip, milyonlara kapılarını açmamalarını anlayabilmeliyiz belki de… Hatta her şeye rağmen saygı da duymalıyız… Ama her fırsatta dünyaya hümanistlik dersleri verirken Akdeniz’deki trajediye göz yummalarını, bu trajediyi görmezden gelmelerini nasıl açıklayacağız?

Masum insanları bile bile ölüme terk etmek; çocuklara boğulmayı, savaştan kaçarak umuda koşan babalara çelmeyi layık görmek… Kimse kusura bakmasın ama eli kanlı teröristlerin kafası da böyle çalışıyor… Kafa kesen teröristlerin kafası da kendinden olmayanı yok etmek üzerine kurulu! Sadece yöntemleri farklı!

Haydi, Avrupa’yı anladık… Değerleri sadece kendilerine… Başka bir deyişle onlar, kendilerine Avrupalı! Peki Müslümanlar neden ilgisiz? Nerede Müslümanlık, kardeşlik? Her biri komşusunun toprağına, petrolüne göz dikmiş durumda… En ilgili Arap ülkesi “Şu kadar mülteciye bakıyoruz!” diye ortaya atılıyor, gün bitmeden bunun yalan olduğu ortaya çıkıyor…

“Acaba?” diyorum… Bütün bu olanlar bir film olsaydı… Başrollerinde Holywood yıldızlarının rol aldığı, bütçesi milyonları bulan… Tepkimiz nasıl olurdu? Bu paragraf gereksiz oldu galiba! Nasılsa hepimiz bu çağda trajedinin filminin, trajedinin kendisinden daha çok dikkat çektiğini biliyoruz… Yine de buna inanmayanlar varsa, biraz sabretsin… Beş on seneye kalmaz duyarlı birkaç insan çıkar, bütün bu trajedinin filmini yapar… Biz de hep beraber sinema salonlarında ağlarız, AylanKurdilere ağlamadığımız kadar!

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...