31 Temmuz 2013 Çarşamba

Zamların Hikmeti



Bugün yine dünkü yazımda olduğu gibi başka yazılar yazmak niyetindeyken "zam" eksenli bir yazı yazarken buldum kendimi! :) Dün "serdeki memurluk"tan feyz almıştım bugün ise alelâde vatandaşlığımdan feyz alıyorum... O yüzden dünden farklı olarak "zam" bahsine bir başka açıdan değineceğim! Ama söz, yarın "zam" bahsini açmayacağım, sanırım! Yani inşallah! :)
Ekonomik anlamda dünyanın son on yıldaki hâlini düşününce memleketin hâline şükrediyorum. Ulusal-uluslararası ekonomik istatistiklerde çıkışta olmamız beni de gururlandırıyor. Ancak aynı ben bazı ürün fiyatlarının sanki istatistiklerin, birçoklarının savunduğu üzere, kâğıt üstündeymiş gibi seyretmesini anlayamıyorum. Gerçekten hemen her gün bir şeyler zamlanıyor… Tabii bunların başında da akaryakıt geliyor. Nitekim akaryakıt fiyatları 5 TL’yi buldu. Akaryakıttaki bu önlenemeyen, son derece istikrarlı artış her kesimden çatlak sesler çıkmasına yetiyor.
Fiyatların böyle olmasının nedenini; petrolü, doğalgazı ithal etmemize bağlamak pek rağbet görmüyor artık. Çünkü dünyanın en pahalı benzini bizde… Üstelik dünyada fiyatlar düşse bile bizde arttığı oluyor! Kâbus gibi! :) Hâl böyle olunca “Hani dünyadan kaynaklanıyordu bu fiyatlar?” dememek elde değil!
Günlerdir zam haberlerini izliyorum. Mikrofon uzatılan insanların, zamlar karşısında küfür etmemek için nasıl direndiklerini üzülerek görüyorum. Tartışma programlarında sinirden koltuklarında duramayan heyecanlı tartışmacıları, aydınları, siyasileri izliyorum… Bütün bunların amacı sözde zamları konuşmak, bir yere varmak… Herkes zamların nedenini, sorunun çözümünü düşünmekle meşgul! Fekattt, heyhat! :)
Hadi okumayan yazmayan kesimden geçtim… Zamların asıl sebeplerini ve çözümü dile getiren aydın sayısı niye beş parmağın beşini geçmiyor? Niye kanallarda koltuklarına sığamayan sinirli yazarlar, on parmağında on marifet  siyasetçiler asıl mesele ve gerçek çözüm üstünde durmuyor?
Nereye varmaya çalıştığımı merak ediyor, “Mesele ne ulan, ne?” diyerek sabırsızlanıyorsanız, naçizane fikrimi söyleme vakti gelmiştir. Bu arda bu "naçizane" kelimesi böyle bir yazıda biraz fazla zarif kaldı sanki! :) Neyse... Efendim bence asıl mesele, yani zamların hikmeti, vergilerdir. Ancak istasyonlardan alınan vergiler değil! Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere ülkenin tamamından alınamayan, devletin toplayamadığı vergilerdir asıl mesele…
Bizzat yaşadım…  Zamanın birinde görev gereği doğudaydım. Devletin lojmanında kalıyordum. Yerim yurdum belliydi… Ama sekiz ay boyunca devletin bir memuru gelip elektrik faturası kesmedi. Ben sekiz ay sonra gidip faturamı okutmasam, kimse bana kullandığım elektriğin hesabını da sormayacaktı… Üstelik faturayı kesecek görevlilerle müşerref olamayan sadece ben değildim... Kaldığım köydeki hiçbir vatandaş görevlilerle müşerref olmadı ben ordayken...
Şimdi bir düşünelim… Kendi lojmanında oturan memura bile elektrik faturası kes(e)meyen devlet; kaçak elektriği, kaçak mazotu, kaçak sigarayı önleyebilir mi? Cevabı biliyoruz hepimiz! Dünyanın baş döndürücü bir hızla geliştiğini kabul edersek... Ki başka şansımız yok! Devletin vergi toplayabilmesi için sadece namuslu vatandaş yeterli değildir. Otokontrolden daha fazlası gerekiyor artık! Öyle bir şeyler olmalıdır ki devletin kendisini sıradan işletmelerden farklı kılan "vergi toplama ayrıcalığını" yitirmesine engel olsun!
Toplanamayan her vergi devlete zarar verir, devletin kasasında açıklara neden olur… Bunu bir yerden temin etmeli ama nerden? Nereden? Nereden? Nereden olacak devletin memurundan,işçisinden, esnafından, köylüsünden… Tabii vazgeçilmesi mümkün olmayan ihtiyaçlar aracılığıyla… Ki bunların en başında akaryakıt geliyor, doğalgaz geliyor, elektrik geliyor…
Bütün bu anlattıklarımı herkesin bildiğinden, düşündüğünden eminim. Ancak ‘kralın çıplaklığı’ kimseyi ilgilendirmiyor sanki… :) Kimse asıl nedenin üstünde durmuyor. Kanıksandığından mıdır, gerçeğin acısının "isot"tan daha sert olmasından mıdır bilmiyorum… Bildiğim tek şey, deve kuşlarının yaşam tarzını benimsediğimiz ve üç maymun oynamaya bayıldığımız…

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Zam Mı, O Da Ne? :)

Zam mı, o da ne? :)

Aslında başka yazı yazacaktım. Amma serde memurluk olduğundan ve de toplu sözleşme sürecine girildiğinden bilgisayar başına otorup da başka konular için tuşlara bastığımda "klavye yazmadı". :) Ondan bu yazıyı yazıyorum. Yoksa zam da falan gözüm yok! :)
Bilindiği üzere referandumda kabul edilen yasalardan biri de toplu sözleşme yasasıydı. O zamanlar toplu sözleşme deyince her memurun aklına çift haneli zam oranları geliyordu. :) Fakat cânım ülkemde teori ile uygulama hiçbir zmaan tutmadığından asla çift haneli bir zam alınamadı, alınamıyor ve maalesef alınamayacak!
Memur zammı hak ediyor mu? Memurlara saçma gelen ve görüşmeler başladığında gündemdeki yerini muhakkak alan bu soru, memurlukla uzaktan yakından alakası ol(a)mayanlar için kamuoyunca tartışılması elzem bir sorudur. Cevap olması açısından, bir memur olarak, benden önce nicelerinin yapageldiği gibi bir hesap yapmak istiyorum! Tabii siz bilmezsiniz ama biz memurlar ay sonunu getirmek için egzersiz olsun diye sürekli hesap yaparız! :)
Hesabı en düşük memur maaşına göre yapacağım ama en düşük memur maaşı konusunda bir "kesin bilgi" vermem icap ediyor! Kamuyouna en düşük memur maaşı diye yutturulan maaşlar evli, eşi çalışmayan ve de iki çocuklu memurun maaşıdır. Söz gelimi altı yıllık devlet memuruyum ama benim zamlı temmuz maaşım 1880'i gö-re-me-di! Bu aldatmaca gerçekten çok kırıcı! Önce para sonra hizmet için çalışan kâr amaçlı kuruluşların ürün ambalajlarında "4.99 TL" (aslında 5 TL) gibi yuvarlanmayan psikolojik etiket fiyatları makul karşılanabilir belki. Ama aslolanın millete hizmet olduğu devlette, böyle küçük oyunlar yüce Türkiye Cumhuriyeti'ne hiç yakışmıyor.
Gelelim hesaba... Tek maaşlı bir memur... Evi kira... Üç çocuk.. Bu arada üç çocuğu hatta dört çocuğu sonuna kadar destekliyorum da rızık konusunda bir sıkıntı oluyor... Çocukların okulu mokulu... Tabii bir de evde hasta anne-baba varsa... Haftada bir pazar... Şu anda maaş bitmiş durumda! Ama daha bayram alış verişi var. Hanıma yıllardır alınmayan bir sürü şey var... Dahası garibim memurun yıllardır yaptıramadığı bir dişi var ki... Bu ay değil bu sene hatta önümüzdeki on sene de yaptıramayacaktır!
Modern çağda modern insanların haftada en az bir kere gitmesi gereken tiyatrosinema ve bilumum eğlenceleriyse hak getire! Hadi bunlardan geçtim memur haftada bir kitap dahi okuyamaz! Çünkü haftada bir kitap demek memurun üç günlük yevmiyesi demekle eşdeğerdir! Ancak memur kitap okumayı çok istiyorsa çalmak yani korsan almak zorunda! Araba veya ev almaksa bir yerden üç beş kuruş gelmediği ve de evin hanımı ölümüne tasarruflu olmadığı müddetçe ömrü billah imkânsız!
Halkımızın tabiriyle "çift maaşlı" biri olarak bunları söylüyorum. Durumum yukarıdaki gibi içler acısı değil, çok şükür! Önce Allah sonra devletimiz sayesinde! Ama her memur gibi biz de eksilerdeyiz... Çift haneli zamlar belki fazla ama adam gibi zamlar ve taban aylığa yansıyan ödemeler memurun hakkıdır! Memurların emekli olacağını unutarak seyyanen zamlara, günü birlik kazanımlara ikna olan zihniyet değişmelidir!
Sosyal haklar sadece kâğıt üstünde savunulmamalıdır... Memurun çalışmadığı düşüncesi sağlıklı değildir! Ancak sendikalar üye kaybı korkusunu bir kenara bırakıp çalışanın çalışmayandan ayırt edilebildiği gerçekten zaruri sistemler konusunda öneriler sunabilmelidir! Sendikalar o meşhur görüşme masalarına oturduklarında sadece kendi üyelerini değil, bütün memurları temsil ettiklerini unutmamalıdır!
Birçokları "Vekillere bilmem yüzde kaç zam yaptılar ama!" gibi laflar ederek zam talebinde bulunuyor! Vekillere verdiğimiz maaşlar, samimiyetle söylüyorum, az bile! Ancak pastanın paylaşımında sıkıntı var! Gelir pastası eşit paylaştırılmıyor! "Biri yer, biri bakar; kıyamet bundan kopar!" diye bir söz var! Yani memurun insanca hakları olması için, insanca maaş alabilmesi için ille kıyametin kopması mı gerekiyor!

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Hepimiz Hamileyiz (!)

Hepimiz hamileyiz (!)

Fikri, fikirle yenmekten aciz insanlar bizde çoktur. Bundan ötürü kolaylıkla şiddete baş vururuz. Fikir üretmeyen insanların, nice aydınımıza yapageldiği gibi, Hrand DİNK'i öldürmesini hepiniz hatırlarsınız. Eğer hatırlarsanız deve kuşu gibi kafamızı kuma gömdüğümüzü de gayet iyi hatırlayacaksınız! İşte biz, ilk o zaman düşünmeyi bir kenara bırakıp kalıp sloganlara sığınmıştık ve "Hepimiz Ermeni" olmuştuk!
Daha sonra cânım ülkemde bir sürü şey oldu... Ve biz de bukalemun misali bir sürü şey olduk. Bu gün yine düşünmüyoruz, okumuyoruz, araştırmıyoruz, ü-ret-mi-yo-ruz! Sadece çılgınlar gibi "beğen"ip, ölümüne "paylaş"ıyoruz! Sonuç olarak yine hepimiz bir şeyler olmak durumundayız. Ve son durumuz şu: "Hepimiz Hamileyiz" Bir baba adayı olarak itirazım yok, eyvallah! Ama duyan da bizi amma duyarlı bir millet sanacak, ona yanıyorum! :)
Gelelim mevzuya... Tasavvuf düşünürü Ömer Tuğrul İNANÇER, TRT'de katıldığı programdahamileler için ilginç şeyler söyledi. Ne mi dedi? Hamilelik izninin "annenin dinlenmesi için verildiğini" belirtti. Kim yalan diyebilir? "Bir hanımın anneliği hazinesidir" dedi. Var mı itirazı olan? "Bunlar muhterem şeylerdir" dedi. Aksini iddia eden beri gelsin! Başka?
Başkası şu ki hamilelerin ulu orta gezmelerini yadırgadığı aşikâr olan hoca bu durumu estetik bulmadığını, bunun ayıp hatta terbiyesizlik olduğunu ifade etti. Eskilerden dem vurdu... Hakikaten eskiler bilirler... Bırakın hamile kadının dolaşmasını, babanın büyüklerin yanında çocuğunu sevmesi bile abesmiş bir zamanlar! Bir zamanlar diyorum ama toplumda azımsanmayacak büyüklükte bir kesim hâlâ böyle düşünüyor. Fakat beis yok, demokratik bir ülkedeyiz!
Ancak okumuş yazmışlarımızın konuşmadan evvel her zaman iki kere düşünmesi gerekiyor. Söz gelimi estetik dediğimiz şey kişiye göre değişir. Buradan yürürsek bir şeyler mutlaka birimizin estetik zevkine ters düşeceği için hafazanallah yaşayamayız. Herkesin estetik zevkini dikkate almaktansa balinalar gibi toplu intihar evladır! Bir de araba muhabbeti var ki arabam olmadığı için bana çok koydu! :) Sanırsınız hepimizin kapısında son model arabalar var da biz hamile eşlerimizi âlem görsün diye metrolara, dolmuşlara bindiriyoruz! Ama hoca hiç merak etmesin, biz de akşamları çıkıyoruz. Çünkü gündüz çok sıcak be! :)
Bir diğer husussa, memleketteki her tartışmada da olduğu gibi, tepkiler... Hamile eşine zerre değer vermediği hâlde Hoca'ya kin güdenleri bir kenara bırakıyorum... Bunun yerine kurum bazında yapılan tepkilere değinmek istiyorum... Mesela Diyanet demiş ki "Kadın hastaneye gidecek, alış veriş yapacak...." Bak şimdi! Aksini kim iddia etti ki! Sanki adamcağız "Hastaneye falan da gerek yok aslında, hep naz ediyor bu kadınlar!" demiş...
Yine bir üniversitenin kadın hastalıkları bölümünden bir uzman açıklama yapmış. Bu arada bu konunun gerçek muhataplarının kesinlikle uzmanlar olduğunu düşünüyorum. Zaten onlar da açıklamalarında "ehil olmayan kişiler" vurgusu yapmış, haklı olarak! Ve "hamile kadının sokağa çıkmamasının, hareket etmemesinin anne ve bebek sağlığı için çok sakıncalı olduğunu" belirtmişler. Konuya vakıf biri olarak sürekli evde oturan kadının sıkılması sonucu baba için de sakıncalı durumlar oluştuğunu söyleyebilirim! :)
Elbette konunun uzmanı ve belki de tek konuşması gerekeler  doktorlar olduğu için katılmak durumundayız. Doktorumuz "AVM'ye gidin!" desin, gideriz. Fakat... Sokağa çıkmak, hareket etmek güzel de... Hani kalabalık ortamlar çok da sağlıklı değildi? Her fırsatta "uzmanlar" bunu haykırmıyor mu? Sizi bilmem ama ben "bağcıyı dövmek gibi bir niyet" sezdim! Sonuçta "Bu neperhiz, bu ne lahana turşusu?" durumu var ortada! :)
Bir de yaptığı eleştirilerden Hoca'nın sözlerini hiç dinelemediği, hiç okumadığı belli olanlar var ki... Yahu ayıptır! Madem kulağınıza gelenler sizi rahatsız etti, madem fırsatı kullanmak istiyorsunuz... Bari "google"a iki satır yazaydınız. Destekli atardınız en azından! :)
Bence devletin kanalında üstüne çok da vazife olmayan konularda "son derece şahsi" açıklamalar yapan Hoca, bu açıklamalarıyla bu ülkeyi hiç tanımadığını ispatlamış... Biz bıyığı, türbanı siyasi simge olarak gören bir milletiz. Böyle bir milletin bu tarz açıklamalardan "yaşam tarzı" tartışması çıkarabileceğini öngörmesi gerekirdi. Gayet ciddiyim! :) İlginç bir şeyden bahsedeyim size... Eğer hoca "talihsiz" olarak tarif edilebilecek bu açıklamaları yapmamış olsaydı muhtemelen biz, yine aynı programa katılan Mustafa CECELİ'nin duasına binaen bir yaşam "tarzı tartışması" içinde olacaktık! Yalan mı? :) N'apalım, seviyoruz tartışmayı!

26 Temmuz 2013 Cuma

Klavye Kahramanları

Klavye Kahramanları


Bizde bir laf vardır, “Evde karısına sözü geçmiyor, burada erkeklik taslıyor!” diye… İlk bakışta bu cümlede kadına yönelik bir aşağılama varmış gibi geliyor… Gerçekten bu cümle yeri ve zamanında söylenmediğinde feminist olmayanları bile ifrit edebilme potansiyeli barındırıyor içinde… Ancak yeri, zamanı ve de üslubu ayarlandığındaysa “en yakınındaki insanı bile ikna edemeyen insanların başkalarını bir şeylere ikna etme çabalarının abesliğine bir gönderme” varmış gibi gelmiyor da değil hani, değil mi? Mantığa büründürebildiğime göre yazıya devam edebilirim artık! :)

Kendi gözlerine söz geçiremeyerek akşama kadar onlarca kızı tabir caizse “gözleriyle yiyen” bir erkek iki genç sevgilinin el ele tutuşmasından rahatsız olabiliyor… Tabii uygun fırsatı bulduğunda… Yani kendi çöplüğünde, kendine bir dur diyen olmayacağından emin olduğunda! Karşılaşmışsınızdır bunlarla... Bu tipler hayatımızda hep vardı, var olmaya devam edecek! Çünkü gelişmiş bir virüs gibiler, kendilerini yenilemekte pek mahirler! Okumuşlarımız,dindarlarımız, laiklerimiz arasında bile mevcut olan bu “iğneyi kendine çuvaldızı başkasına” düsturundan habersiz olan tipler, hayatımızın her alanında çok farklı şekillerde ortaya çıkabilmektedirler… Bu tiplerde sosyal sınıf yükseldikçe ilkel dürtüleri maskeleme yeteneği gelişiyor. Davranışlarının asıl sebepleriyse hep aynıdır: Yetersizlikten mütevellit korkaklık!

Dünyadaki bütün icatların daha iyi savaşabilmek için üretildiği bir gerçek. Bugün en masum teknoloji dahi sadece iyi insanların işine yaramıyor. Buradan hareketle az evvel değindiğim tiplerin de teknoliyi çok iyi kullndıklaırnı belirtmeliyim. Bir zamanlar dürbünü kullanan rontgenciler artıkfacebook’u, twitter'ı kullanıyor. Ve üstelik sıfır riskle bunu yapıyor. Yakalanmak diye bir şey yok çünkü!

Teknoloji bu insanların “yetersizlikten mütevvelilit korkaklığı”na iyi geldi doğrusu. Her ne kadar siber suç diye bir şey olsa da normal suçlarda olduğu gibi ivedilikle müdahale edilmediğinden bu tipler korkaklıklarını kolaylıkla cesarete devşirebilmekteler. Bunun için ise bu çağda çok az şeye ihtiyaçları var: bir ekran, bir klavye ve internet! İşte size klavye kahramanlığı!

Hayatında üç satır yazmamış beş satır okumamış insanlar sanal dünyada alleme kesilebiliyor! Bırakın kız tavlamayı arkadaşlarının hatta ailesinin yanında iki kelam edemeyen insanlar, ellerin yetmediği gözlerin görmediği fırsatları bulunca başlıyorlar üretmeye (!) Söz gelimi adam askere gitmemek için yıllarca açıktan üniversite okuyor ama bilgisayar başında “Suriye’ye girmemizdevletimizin bekası için…” diye başlayan cümleler kurmak istiyor. Hatta isteğine gem vurmuyor, cümleyi kuruyor. Erkekse durumu bir de karısına anlatsın bakalım! :) Eylem nedir bilmeyen gafil, insanları "Falanca yerde eylem var!" diye eyleme çağırıyor. Sorsanız bilginin, bilimin tanımını yapamayacak insanlar birtakım yalanları "kesin bilgi" diye paylaşıyor! Hayatında tek bir kere ağaç dikmeyen insan iki paylaşımla kendini Tarzan ile eş değer tutuyor. Bir kişi de çıkıp demiyor ki "Sizin gibi gençleri ağaç dikerken de görmek isteriz!" :)

Buraya kadar olanları belki "konjonktür denen zıkkımın cilveleri" diye geçiştirebiliriz. :) Neticede bu çağın insanı kendini "trend" olanı yapmak zorunda hissediyor. Başka bir deyişle "E napacan,mecburrr!" :) Ancak sanal yaşam bazen insanları daha uçlara da sürükleyebilir. Gerçekten normal şartlarda kurmayacağımız cümleleri sanal âlemde kuruyoruz hepimiz. Kızmayacağımız şeylere kızıyor, sevmeyeceğimiz şeyleri sevebiliyoruz. Ve bu âlemi sadece normal insanlar kullanmıyor.

Hakikaten bazen öyle mide bulandırıcı haberler okuyoruz ki "klavye kahramanları"nın yaptıkları çok masumca kalıyor. O sebeple bu tarz sapkınları kalvye kahramanlarıyla eş tutmak kesinliklikle yanlış olur! Gerek sosyal gerek ahlak kuralları içselleştirmeyen insanlar kendi vicdanıyla baş başa kaldığında kötü şeyler yapabilir. Sanal âlem bizi cesaretlendirebilir... Neticede "mahalle baskısı" yok, aile korkusu yok, kanun korkusu yok... Hatta Allah korkusu dahi olmayabilir! Vedenetimden yoksun bu âlemde kişiler her tür sapkın işlere bulaşabilir... Sonuç olarak sadece "eğitim" değil, "denetim" de şart!

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Ekşi, Çok Ekşi Sözlük!

Ekşi, çok ekşi sözlük!

Asrımızda reklam her şeydir ve reklamın iyisi kötüsü yoktur! Nerdeyse camiyaptırmakla cami duvarına yapılmaması gereken malûm hareketi yapmak aynı reklamı hatta daha fazlasını sağlayabilir. O bakımdan bu güne kadar "ekşisözlük"e haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Nitekim "ekşisözlük" reklamın kötüsünü seçmesine rağmen ülke gündeminde bu denli yer bulamamış, sadece zeki espriler peşinde olan genç internet kullanıcılarınca takip edilmişti. Bu gün artık onların yobazlıkla suçladığı kesimlerin başkanı dahi onlar için açıklama yapıyor.
Olayı bilmeyenler için kısa bir özet olması açısından bir iki yavan cümle kurmakta fayda var. Olay şudur: "ekşisözlük"te Peygamber Efendimiz'e hakarete hatta küfre varan ifadeler kullanılmıştır. Bunun üzerine zaten gergin durumda olan ülkemiz bir kez daha gerilmiştir.
Gelinen noktada durumun çirkinliğine itiraz edecek çok az insan vardır. Üstelik bu "ekşisözlük"ün ilk marifeti değil.... Daha önce de İslâm hatta Allah için ağza alınmayacak sözler söylemişti aynı sitede! Diyanet İşleri Başkanı söz konusu hakaretler için "...bu manevi iklimi provoke etmeye yönelik bir şeydir." demiştir. Zinhar katılmıyorum. Çünkü hakaretlerin o kadar komplike, o kadar maksatlı ve "flash"  olmadığını düşünüyorum. "ekşisözlük"teki onlarca benzer başlığı incelediğimizde öteden beri her şeyi ama her şeyi "ti"ye alma alışkanlıklarını görürüz. Bir başka deyişle bu hakaretler münferit değil, alışagelmiştir! Ancak son olayın ekşiliği yüzümüzü buruşturmaktan daha fazlasına neden oluyor!
Kuran-ı Kerim'in o güzel ayetlerini bırakıp Kuran-ı Kerim-i tersten okuyan insanlar zaman zaman televizyonlarda kendilerine yer buluyorlar. Onları izlerken bir şeyleri "ters" yaptıklarını hemen anlarsınız! "ekşisözlük" olayında da benzer bir durum söz konusu aslında. İnsanlığı mutluluğa götürecek kavramları, insanları mutsuz edecek şekilde kullanıyorlar...
Mustafa Kemal, yaklaşık bir asır önce özgürlüğümüzü elimizden almak isteyenlere dur diyerek bizi modern kavramlarla buluşturduğunda bu kavramların bu şekilde maksadının dışında kullanılabileceğini öngörmüş müydü acaba? Dahası onun kemiklerini sızlatanlar sadece onu anlamayanlar mı yoksa onu yanlış anlayan, işine geldiği gibi anlayanlar da aynı fiile bilerek ya da bilmeyerek ortak oluyor mu? Cevabı hepimiz biliyoruz, değil mi?
"ekşisözlük" yazarları yerden yere vuruluyor, haklı olarak... Taraflı tarafsız hiç kimse hakareti, küfrü savunmaz, savunamaz! Hele de küfür bir yüce Peygambere hatta âlemlerin Rabbi'ne ise... Ancak çok farklı bir noktaya değinmek istiyorum şimdi. "ekşisözlük"ü eleştirenlerin üslubuna... Bunlardan bazıları maksatlarını o kadar aşmış ki eleştirdiği insanlarla aynı çizgiye yaklaştıklarını hatta burun farkıyla öne geçtiklerini unutuyor. 21. yüzyılda küfür dilini eleştirirken hukuk dilini bırakıp küfür dilini kullanmak suretiyle lince yönelirsek "Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!" diye sormazlar mı adama?
"ekşisözlük" yazarları kendince geyik yapıyorlar. Ama bilmelidirler ki her şeyin şakası olmaz! İnsanların kutsalları üzerine küfre varan haddi aşan şakalar en özgürlükçüleri bile çilden çıkarır, çıkarmalıdır!
Gelişen olaylar karşısında topu yazarlarına atan "ekşisözlük" yönetimine de bir şeyler söylemek istiyorum. Bizde "Sebep olan yapan gibidir!" diye bir söz var! Bildiniz mi? Bildiyseniz sıkıntı yok, bilmediyseniz yapacak bir şey yok!

21 Temmuz 2013 Pazar

Babamın Katili Oldum!

Babamın katili oldum!

Hafta sonu ana haber bültenlerinde çok trajik bir trafik kazası haberi vardı. Gerçi her trafik kazasının, her kazanın kendine has bir trajedisi olduğu için burada "trajik" sıfatı çok ayırt edici olmadı. Neyse... Kaza Manisa-İstanbul Karayolu'nda meydana geliyor. İçinde 5 kişinin bulunduğu otomobil, yol kenarında park halindeki TIR’ın dorsesine arkadan çarpıyor. Otomobildeki Mümin Şen olay yerinde hayatını kaybederken, 4 kişi de hafif yaralanıyor.
Her ne kadar acı bir haber olsa da artık bu tarz haberleri maalesef kanıksadığımız da bir gerçek. Ancak haberin devamında, kazada hayatını kaybeden Mümin ŞEN'in oğlunun söyledikleri en umursamazinsanın bile gözlerinin dolmasına neden oluyor. Haber şöyle devam ediyor: "Otomobili kullanan Cengiz Şen, 'Babamın katili oldum!' diyerek sinir krizi geçirdi." Adamcağızın kaderine, kaderin ona söylettiklerine, bakar mısınız? "Babamın katili oldum!"
"Ülkemizin en büyük sorunu nedir?" diye sorsak muhtemelen "trafik" cevabı kendine en üst sıralarda yer bulacaktır. Öyle ki en tepedekiler bile "trafik"in sorun olarak en tepelerde yer aldığını belirtiyor. Nitekim bizzat bir konuşmasında Sn Başbakan Türkiye'nin iki büyük sorunu olduğunu belirtmiş ve "Bunlardan biri terör, ikincisi ise maalesef terör kadar konuşulmayan, terör kadar gündemde yer almayan trafik sorunudur. Buna aslına trafik terörü de diyebiliriz." diyerek durumun âdeta altını çizmiştir.
Sn Başbakan'ın iki büyük sorun tespitine katılıyorum. Hemen her akşam onlarca yerel-ulusal kanalda trafik kazaları kendine yer buluyorsa da konuya verdiğimiz önem bundan öteye geçmiyor!
Yasalarımızın, yönetmeliklerimizin öteden beri insanı ikinci plana ittiğini, bununsa insan canına önem vermediğimizden kaynaklandığını düşünüyorum. Özellikle işlenen suçlara verdiğimizcezaların yetersizliği bu düşüncemi kuvvetlendiriyor. Ancak... Ancak bu gün "ceza" konusunda fazla ısrarcı olamıyorum. En azından bu gün için! Çünkü sözün bittiği yerdeyiz şu an. Öyle bir anki yaşananlar cezaların maksadını ziyadesiyle yerine getirmiş bulunuyor.
Bir insanın kendi canından kanından birinin ölümüne sebebiyet vermesinden ve dahası bunu kendi rızasıyla kabullenmesinden daha büyük bir ceza olabilir mi? Düşünün bir kere, "Babamın katili oldum!" demek, diyebilmek insanı nasıl kahreder? Her ne kadar kazazede şokta olduğu için bu cümleleri kullansa da bu düşünceyi hayatı boyunca aklından çıkaramayacaktır! Demem o ki şiddetli cezalar da işe yaramayabilir... O zaman çözüm ne?
Çözümden evvel sorunu, gerçek sorunu, tespit etmemiz gerekiyor. Hakikaten bizim en büyük sorunumuz ne terör, ne trafik... İşsizlik de değil enflasyon da! Bence bizim en büyük sorunumuz insana değer vermememizdir! Batıyı batı yapan, batının bizden önde olmasını sağlayan ne dini, ne dili... Sadece insana değer vermesidir!
Eğer insan "eşref-i mahluk" ise... Eğer biz bu düstura inanıyorsak... Her şeyden önce yediden yetmişe hepimizin aklına insanın, insan canının, her şeyden üstün olduğu fikrini kazımalıyız. Bunu başardığımız vakit, diğer meseleleri çözmemiz gerektiğine bedenimizin bütün hücreleriyle iman edeceğiz ve kalıtsallaşan sorunlarımıza çözüm önerileri getirebileceğiz. Önerilerimiz belki sorunlarımızı kökünden çözmeyecek ama en azından minimize etme şansını verecektir!

18 Temmuz 2013 Perşembe

Dokuzuncu Zekâ türü: Badem IQ

Dokuzuncu Zekâ türü: Badem IQ

Blog yazarlığında üç beş kural vardır. Bakmayın ilk cümlemin bilmişliğine, ben de bu kuralları bir blog'ta okumuştum! :) Neyse efendim bu okuyup da ilke bellediğim kurallardan biri dikkat çekici bir başlık seçmektir. Bu bağlamda kullandığım ve de son derece dikkat çekici olduğundan emin olduğum başlığı bana tabir-i caizse altın tepsi de sunan kadere saygılarımı sunarım...
Birkaç gün evvel bir akademisyendini inançlarını yerine getiren insanların zekâlarını aşağıladı! Hem de laik bir ülkede, hem de kendisi de laikliği savunan kesimden olduğu hâlde! Ben de oruç tuttuğum için payıma düşen aşağılanmayı aldım, kabullendim! "Eyvallah Hocam!" diyorum.... Lütfen herkes payına sahip çıksın, lütfen! :) Ancak şimdi tüm Türkiye gibi ben de kendisinin zekâsını merak ediyorum... Sonuçta akıl akıldan üstündür! Bizden, hepimizden, zeki olması muhtemeldir. Yalnız şunu merak ediyorum, Hoca Hanımın zekâsı hangi kuruyemiş cinsinden? Fındık mı? Yoksa ceviz mi ola? :)
Hey gidi gafil Howard Gardner! Senin neyine zeka türlerini sekizle sınırlamak? :)Bilindiği üzere bu bilim adamı zekânın sözel, ritmik, mantıksal, görsel, bedensel, sosyal, kişi içi ve doğa olarak guruplanacabileceğini belirtmiştir. Ama işte "zalım" bilim çok hızlı gelişiyor! Ve karşınızda dokuzuncu zekâ türü: Badem IQ! :)
Buna benzer olaylar öteden beri ama özellikle son on yıldır yaşanıyor ülkemizde. Tarihimizde bu tarz maksadını aşan çokca cümle kurulmuştur. "Bu ülkeyi Hassolarla Memolar mı yönetecek?", "Muhtar bile olamaz!", "Göbeğini kaşıyan adam", "Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi?" ve ... Ve maalesef "Hah iftarları bitti galiba.. Düşmeye başladılar.. Badem IQ'lar.."
Muhtemelen Hoca Hanımın kullandığı cümleler de benzerleri gibi bir süre siyasi malzeme olarak kullanılacaktır. Bu fırsatın kaçırılacağını pek sanmıyorum. Çünkü Hoca Hanımın eşinin siyasetçi olması kimilerine göre ayıbı artıryor ama bence bu cümlelerin sahibinin bir hoca olması yeterince büyük bir ayıptır! Başka ayıba gerek yok!
Gerçekten zekâyı ölçen testler, teknikler mevcuttur. Ve yine gerçekten birileri bizden daha zeki olabilir! Ama hiçbir şekilde insanları aşağılamaya hakkımız yok! Hele de bunu yapan bir akademisyenken... Çok klişe cümleler bunlar, biliyorum. Ama benim okuma yazma bilmeyen annem bile en ufak bir yanlışımda o güzel Azericesiyle "Ede heç utanmırsaaan? Bir de hocasan!" diye bana konumumu hatırlatırken klişeler kabuğuna sığmaz, sığmıyor! Hoca Hanım nasıl bir gaflete düştü? Empatiyi nereye bıraktı? Nasıl bir nefret peyda olmuş ki içinde böyle bir üslup (Gerçi üslup falan kalmamış, bildiğin hakaret ama neyse!) kullanabildi anlayamıyorum...
Biliyorum bir yanlış başka bir yanlışı hafifletemez ama Hoca Hanım gibi akademisyenler bunu yaparsa biz palalıları n'apalım? Aydınlarımız hakareti meleke edinirse, cahillerimiz ellerine palayı alıp birbirini doğramaz mı? Ben kendi adıma "palalı saldırganı" da ölümüne hoş görümüzle topluma kazandırabileceğimizi belirtmiştim bloğumda. O bakımdan Hoca Hanım'ın da maksadını belki biraz fazlaca aştığını düşünmek istiyorum. Dahası şu an üzgün ve pişman olduğuna inanıyorum. Son olarak her ne kadar o birilerinin zekâsını "badem"e benzetse de ben bizim milletimizin hoşgörüsünün bütün kuruyemişlerin karışımından daha büyük olduğuna, bir anlık gafleti de hoş görebileceğine ve aynı milletin Hoca Hanım'ın üstüne daha fazla gitmeyeceğine inanıyorum, inanmak istiyorum!

Dikkat, Orantısız Yazı!



Gezi Parkı eylemlerinde polis şiddeti hep gündemimizdeydi. Devletin polisinin olaylara haklı olarak da olsa müdahele ederken son yılların moda tabiriyle "orantısız güç" kullandığı defalarca iddia edildi. "Orantısız güç" kullanan polislerin çok az olduğuna inansam da zaman zaman kendisine olaylara müdahale etmesi için verilen gereçleri hatta öldürme aracını tamamıyla keyfi bir şekilde kullanan polisler kameralara da yakalandı. Bazen iddiaların az bile kaldığı ortaya çıktı. "Orantısız güç" kullanan bu polislerin bir kısmı hakikâten ne olduğunu unutan, maksadını epey bir aşan,hizmet etmesi gereken millete eziyet eden polislerdi!

Ancak bu nadir olduğuna inandığımız, inanmak istediğimiz, polisler dışında da "orantısız güç" kullanan polisler vardı. Tek derdi vatanına hizmet olan polislerden bahsediyorum. Hiçbir şekilde amacını aşmayan, asıl amacının şiddet uygulamak değil şiddete karşı olmak olduğunu çok iyi bilen, insanı önemseyen her şeyden önemlisi bir anne-baba, bir kardeş, bir oğul olduğunu unutmayan polislerden bahsediyorum... Bunların derdi neydi? Bunlar niye saydığım onca hasleti bir kenara bırakarak zaman zaman "orantısız güç" kullandı? Kaçımız bunu düşündük? Bana bakmayın, ben düşündüm! :)

Düşündüm... Ve sebebi buldum: "orantısız çalışma saatleri". Uygun şartlar oluşunca daha doğrusu şartlar uygun olmaktan çıkınca her tür meslek erbabının kendini kaybederek "orantısız"ca hareket edebileceğini düşünüyorum. Söz konusu eylemlerde çalışanlar saat, gün hatta hafta mefhununu gözetmeksizin çalıştılar. Ve birçok melekelerini sağlıklı kullanamamaya başladılar. Fiziken ve psikolojikmen deforme oldular.

Gelin şimdi başka mesleklerden arkadaşların benzer bir ortamda çalıştığını düşünelim. Bir doktorun altı gün ameliyat yaptığını, bir avukatın günlerce savunma yapmak durumunda kaldığını, bir şoförün günlerce yol aldığını düşünebilir miyiz? Onlar da maksadını aşmaz mı?

Son günlerin moda deyimiyle bir de "kesin bilgi" vermek amacıyla kendi mesleğimden söz açayım. Yirmi beş kişilik sınıflara altmış kişiyi doldurursanız tüm donanımına rağmen öğretmen amacını aşabilir, en iyi ihtimalle amacını yerine getiremez! Dedim ya "kesin bilgi", lütfen paylaşalım! :)

Hemen her alanda İş Kanunu'nda belirtilen saatlerin üstünde çalışma sürelerinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa başta olmak üzere dünyadaki emsalleriyle kıyaslanamayacak kadar çok çalışıyoruz, bu da verimliliği düşürüyor. İnsanca çalışma saatlerinde çalışmadığımız için insana hizmet ettiğimizi unutuyoruz.

İlgili kanunları ve dünyadaki emsalleri yok sayma pahasına çalıştırdığımız insanlara haklarını da veremiyor, yeterince motive edemiyoruz! Bununla da yetinmiyor haklarına ve ceplerindekine göz dikiyoruz. Onları toplum önünde itibarsızlaştırmak suretiyle halkla karşı karşıya getiriyoruz. Kendi uzmanlık alanım olan öğretenliği ele alacağım yine. Öğretmenlerin yapmak zorunda olduklarından, hâli hazırda yaptıklarından, azıcık bahsetsem toplumun ve siyasetçilerin tamamının düşündüğünün aksine öğretmenlerin altı saat çalışarak işleri kotarmasının imkânsız olduğuna tüm kalbinizle iman edersiniz. Ama sıkılmanızı istemem. Nitekim bunları bir millet vekili dile getirdi ama kısa süre sonra sözü kesildi! Demek ki sıkıcı geliyor! Yoksa vekilin sözünü keserler miydi? :) O yüzden fazla uzatmıyorum...

Sonuç olarak mesleğimizi ifa ederken hizmetimize halel getirecek hareketlerimizin orantısızlığının; çalıştığımız ortamların, şartların ve saatlerin orantısızlığıyla orantılı olduğunu düşünüyorum! :) "Orantısız" kelimesini amma orantısız kullandım ha! :)

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Oduncu Nick De Kundakçı Kim?

Hafta sonu İstanbul'un üç parçadan ibaret ormalarında nerdeyse 24 saatte sekiz defa, evet yanlış duymadınız sekiz defa, yangın çıktı. Ormanların bu yanma isteği (!) akıllara "kundaklama" şüphesini getirdi. Zaten yetkililer de bu şüphe üstüne yoğunlaşmış durumda.
Rahmetli Barış MANÇO'nun "Nick The Chopper" adlı eğlenceli ve mesaj doluşarkısını hepiniz bilirsiniz. Bilmeyen yeni nesil de hemen "Youtube"dan dinleyebilir. Bu arada "yeni nesil" diye başlayıp gençlere öneride bulundum. Yaşlanıyorum galiba! :) Neyse... Efendim malûm şarkıda Barış MANÇO pis yaşlı bir oduncudan, hain emellerinden ve ağaçların ona yapmak istediklerinden bahsediyor. Şarkıyı dinleyince Nick'e içten içe kızıyor, ağaçların ona hazırladıkları sabotaja ortak olasınız geliyor. Ama bu gün gelinen noktada "kundakçılar" Nick'e rahmet okutuyor. Öyle ya onun niyeti odun satarak para kazanmak olarak hafifletilebilir belki. Ama ya kundakçıların niyeti?
İnsan ormanı neden yakar? Tarlasını genişletmek veya yeni tarla açmak için olabilir mi? Yakılan orman İstanbul'da olunca tarla muhabbeti biraz "ufo görmüş masum köylü" işi kalıyor. Demek ki iş biraz daha karmaşık... Peki o cânım ormanların yakılma nedeni nedir? Tabii ki yakılan ormanlardan boşalan alanları imara açmak suretiyle bir güzel satmak! Bunu kim yapıyor? Üç beş serseri "kundakçı" mı? Bunun böyle olmadığını, "kundakçı"ların çıkar sahiplerinin kiralıkkatilleri olduğunu anlamak için âlim olmaya gerek yok sanırım. Hakikâten arsa fiyatlarının el yaktığı, en sapa yerlerdeki tarlaların bile faiş fiyatlara satıldığı bir metropolde "Oduncu Nick'de Kundakçı Kim?" diye sormamız abeste iştigal oluyor galiba!
Gezi Parkı eylemlerinin çıkış noktası "ağaç"tı, "yeşil"di. Hakikâten üç beş duyarlı vatandaşımızın samimi duygularıyla başlayan ve çıkar sahiplerini tedirgin eden eylemler bir anda farklı emellere alet edilerek siyasete bulaştırılmıştı. Bugüne kadar bu olayları eleştirirken samimi duygularla hareket eden ve şiddetten uzak duran gerçek yeşilseverleri hep tenzih etmiştim. Ancak bu gün öyle yapmayacağım! Çünkü Gezi Parkı'ndakiler de ağaç, Beykoz'dakiler de... E o zaman neden ses çıkmıyor?
Yoksa durumun vehameti mi kavranamıyor? Durun tekrar edeyim, İstanbul'un ormanları 24 saatte tam sekiz kere kundaklandı! Tüyleriniz diken diken oluyor, değil mi? Oluyorsa neden bir "tweeet" göremiyoruz, neden "facebook"ta bir paylaşım yok? Eğer orada çıkar vardıysa burda da var! Gerçek yeşilseverler damara göre kan alırlarsa "yapılan her şeye karşı çıkan"lardan farkları kalır mı? Tabii onlar şimdi haklı olarak "Her şeyi bizden beklemeyin!" diyebilirer. Haklılar. Ama uğruna onca eylem yapılan ağaçlarla, (Yapılan eylemlerde gencecik insanların hayatını kaybettiğini hatırlatmama gerek yok!) yakılan ormanların arası kuş uçuşu on dakika olmayınca burada da bir duruş beklemek çok da yanlış olmasa gerek!
Anayasamız orman yangınları konusuna özel bir önem vermektedir. Bu amaçla şartlar oluştuğunda müebbet cezası bile verilebilmekte ve işlenen suçların genel ve özel af kapsamı dışında tutulduğu görülmektedir. Anayasamızdaki ilgili maddeler biraz olsun yüreğimize su serpiyor gibi. Ama... Aması şu ki önlemsel yaklaşmakta, iş işten geçmeden harekete geçip eşeği sağlam kazığa bağlamakta fayda vardır. Bu amaçla yeterince önlem almadığımızı düşünüyorum.
En dandik apartmanların, iş hanlarının, kafelerin bile güvenlik görevlileri olduğunu varsayarsak yeşili sevdirecek sağlam projelerin yanı sıra ormanlarımızın her köşesine bekçiler koyabiliriz. Bakın, istihdam da sağladım! :) Teknoloji çağı deyip duruyoruz... En sapa yerlerdeki bakkalların bile güvenlik kamerası var. En azından metropollerimizdeki yeşilleri çıkar sahiplerinin kiralık kundakçılarından korumak için rastgele noktalara kameralar koyabiliriz. Biraz masraflı gelebilir ama uzun vadede kârlı olduğu aşikâr. Modern dünyada kişi sadece değer verdiği şeye para harcar... Üç beş ağaç için memlektin yerinden oynadığını düşünürsek ağaç için, yeşil için kimse cebinden birkaç kuruş daha çıkmasına ses etmeyecektir! :)

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Yasak Da Mı Goymıyak? ;)


Yasak” kelimesini duyunca birçoğumuzun tüyleri diken diken oluyor. Çünkü “yasak” engellenmek demektir. Ve kimse engellenmek istemez. Ancak “yasak”ların amacının engelsiz bir yaşam olduğunu fark edince, “yasa(k)”ları içselleştirmemiz daha kolay oluyor. Tabii bunun olabilmesi için “yasa(k)”ların gerçekten gerekli olması dahası engelleri kaldırmayı amaçlaması önemlidir.
Bilindiği üzere öteden beri anayasamızgençlerin alkol bağımlığından korunmasını öngörmektedir. Eylül ayından itibaren uygulamaya konulacak olan düzenlemeler gücünü genel olarak anayasamızdan ve dünyadaki emsallerinden alıyor. Ancak bu düzenlemeler kimilerine göre son derce mantıklı, içselleştirmesi gayet kolay düzenlemeler iken kimilerine göreyse IV. Murat’a rahmet okutacak düzenlemeler...
Şahsen içki içmiyorum. Yaşım tutmadığı ya da içki içmeyi sağlıklı bulmadığım için değil. Ben birçoklarının gerici bulacağı bir nedenden içki içmiyorum… Yani dinen içki içmek caiz olmadığı için… Üstelik içmemekte de fayda görüyorum! Gençlerimizi korumak için ekranları birçok şeye yasak ettiğimizi düşünürsek televizyonlarda alkolü teşvik edici, özendirici her türlü promosyon etkinliklerine engel olmak çok da mantıksız değil! Dahası çok işe yaradığını düşünmesem desigara paketlerinin üzerinde yer alan uyarılara benzer uyarı ve mesajların alkol ambalajlarında olması da kötü bir fikir değil.
Gençlerin barındığı yahut eğitim gördüğü her tür ortam ile alkollü içki satışı yapılan yerler arasındaki mesafenin en az 100 metre olmasına da pek itiraz olacağını düşünmüyorum. Gece22.00 ile sabah 06.00 saatleri arasında alkollü içkilerin parekende satış yasağı ile 18 yaşın altındakilere satış yasağı da dünyadaki emsaller kıyaslanınca kabul edilebilir. Birçoğu kızacak ama alkollü içkiye ulaşmayı zorlaştıracak uygulamaları da yerinde bulduğumu belirtmeliyim. Çünkü alkole sadece aklı başında insanlarımız ulaşmıyor. Ergenlikten henüz çıkan gençlerimiz hatta çocuklarımız da alkollü içkilere zorlanmadan ulaşabilmektedir.
Laik olduğumuz müddetçe hiç kimse dilinden, dininden, inancından ötürü vatandaşlık haklarından mahrum bırakılamaz. Türbanın, özgürlük adı altında kamuya bile girmesini (Bence yanlış değil! Yeter ki ahlak ve edebe aykırı olmayan başka şeylere de özgürlük tanıyabilme hoş görümüz olsun.) tartışırken içkiye nerdeyse kendi mekânında bile üvey evlât muamelesinin reva görülmesi pek tutarlı değil… Her ne kadar düğünümde istememe rağmen içki içilmiş ve kavga çıkmışsa da davetlerde içkinin yasaklanması özgürlükleri zorluyor gibi... Öte yandan 100 metre kuralının turizm mekânlarında ihlâl edilmesi, kendimize yasak ettiğimizi sırf para için başkalarına serbest etmemiz, canımı sıkıyor. Biraz kapitalist bir yaklaşım gibi geliyor.
Son olarak da cezalara değinmek istiyorum. Millet olarak ceza işini bir türlü öğrenemedik. Tecavüzcüler katiller yasalardaki açıklıklardan yararlanıp yırtarken hukuk önünde henüz ispatlanamayan şike davaları nedeniyle koca koca adamlara hapis yattırdık. Bu açıdan baktığımızda özellikle alkollü bir şekilde trafiğe çıkanlar için cezanın yetersiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü trafikte söz konusu olan sadece kendimizin değil başkalarının da hayatı! Cezaları verirken nelere engel olmaya çalıştığımızı düşünürsek daha uygun cezalar verebiliriz sanırım.
Cezalara ilişkin bir diğer husussa, uygulama. Hakikaten başta sigara yasağı olmak üzere birçok yasağa uyulmuyor. Şahsen haftada birkaç kere dolmuşçularla yolcu varken sigara içtikleri için tartışıyor, kavga ediyorum. Cezalardan payını alanlar sadece büyük şehirlerin küçük işletmecileri olacaksa bu iş olmaz. Cezaları Türkiye'nin dört bir yanında büyük küçük ayırt etmeden bütün işletmeler, işletmeciler, kişiler için uygulamayacaksak bu iş güç mücadelesinden öteye geçmez...
Hepimiz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinde olduğumuzu, bütün bunlardan ve mensubu olduğumuz yüce kültürden ötürü birbirimizi hoş görmek zorunda olduğumuzu kavrarsak birçok yasağa gerek bile kalmayacak. Ancak planlar yapıp uygulamayacak, uygulayıp denetlemeyeceksek dahası "dostlar alış verişte görsün" diye yasak koyacaksak bu kadar yaygaraya gerek yok doğrusu!

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...