12 Mart 2014 Çarşamba

Terör Her Yerde :(

Terör her yerde :(

Ülke olarak bu haftaya iyi başlamadık... Dahası canımızı sıkan haberler almaya devam ediyoruz... Haftanın ilk günü Trabzonspor-Fenerbahçe maçındaki iğrenç olaylar midemizi bulandırdı! Bırakın futbolu, bütün sporlardan tiksinir olduk! Birkaç yıldır süregelen ve bazılarınca da kızıştırılan gerginlik sonunda ete kemiğe büründü. Ve bırakın yeşil sahalarda görmeyi en yasa dışı eylem alanlarında bile görmek istemeyeceğimiz olaylar çıktı...
Sahi maytapların, kapı kollarının hatta taşların ne işi vardı o statta? Bunlar o stada nasıl girdi? Sahada ne oldu da bütün bunlar sahaya yağdı? Hangi haklılığın, saçma tepkisiydi o yabancı maddeler? Yabancı madde diyoruz ama sadece sözde... Gerçekte bizim sahalarımıza yabancı olan futbol topu sadece, değil mi? Hayır, madem haklılığınıza bu kadar güveniyorsunuz, neden kendinizi haksız duruma düşürdünüz? Dahası hukuktan ne zaman, hangi hakla, kimin adına vazgeçtiniz?
Bir taraf "3 Temmuzdan beri yapılanlar..." diye başlıyor cümleye, öbür taraf "Kupamızı çaldılar..." diye! Başka hiçbir şey konuşmak akıllarına gelmiyor! Aslında geliyor da gerek duymuyorlar... Çünkü mevcut bahaneler o kadar güzel, o kadar yaratıcı ki... Her derde deva! Konuşmalarına bu cümleler ile başladıkları vakit hiç kimse kötü oyunlarının, yanlış transferlerinin, başarısızlıklarının, kontrolsüz açıklamalarla şiddete davetiye çıkarmalarının hesabını soramıyor! En sabırlısı bile sıkılıyor, uzaklaşıyor... Haklı bulmamasına rağmen "Yahu he, he!" deyip onları kendi bahaneleriyle baş başa bırakaıyor. Ve işte sonuç: Terörizm. Hem de her yerde, maalesef!
Her ne kadar bu kümilatif terörizmi bir süredir beklesek de "ha" diye hazmedemedik... Edeceğe de benzemiyoruz... Ancak başka bir şey oldu ve dikkatimizin tamamını celbetti... Başka bir şey diyorum ama... Çok da farklı değil aslında! Nitekim yine şiddet var işin içinde... Farklı olan şu ki bu kez korkulan olmuş ve şiddet maalesef ölümle taçlandırılımış (!)
Berkin'den bahsediyorum... Geçen yılki olaylarda evden "ekmek almaya" diye çıkıp bir türlü eve gelemeyen çocuktan... Öldü. Ve kutuplaşmaya teşne olanlar bu çocuğu da kullandı hemen... Çarşıda pazarda yanıbaşlarında nice çocuk mahvolurken dönüp bakmayanlar onubayraklaştırdı... Onu bahane ederek yakıp yıktılar... Oysa bir insan, bir çocuk, öldüğü için sokakları birbirine katan bu insanlar arasında bir polis öldüğünde acımayan hatta sevinenler de var!
Öte yandan sessiz, çok sessiz kalanlar da var... Bir Fatiha dahi okuyamayacak kadar sessiz... Bu insanlar, polisler öldüğünde sokaklara çıkmayan aksine gizliden gizliye sevinen ama Berkin için sokakları birbirine katanları anlamıyorlar... Belki de bundan acıyı acıyla yarıştırarak "Neden?" diye soruyorlar! Yine bu insanlar  Berkin'in evden "ekmek almaya" diye çıktığına inanmıyor. Hatta bu iddialarını çocuğun eylemlere karıştığını gösteren görüntüler yayınlayarak destekliyorlar... Belki haklılar... Ama eyleme katılmanın cezası, ölüm mü ki?
Hiçbirimiz, bir diğerimizi dinlemiyor; dinlesek de umursamıyoruz... Tartışıyoruz ama öyle ya da böyle sonuca varmak için değil, karşıdakini yeni bir çıkmaza sokmak için... "Ama böyle de bir durum var..." diyerek konuyu dağıtmalarımız hep ondan... Tabii sağlıklı tartışamayınca birbirimizi anlayamıyoruz... Birbirimizi anlayamayınca birbirimizden uzaklaşıyor hatta nefret ediyoruz... Ve çok geçmeden şiddete başvuruyoruz... Ölüm ise maalesef fazla uzakta değil!
İzmir'de elindeki ekmekle eyleme katılan ve polise sarılan yaşlı teyze bize bir mesaj veriyor... "Herkes bizim çocuklarımız, ayrım yapmayın. Yazıktır, günahtır! Hepsi bizim çocuğumuz. Polislerimiz de bizim çocuğumuz!" Haksız mı?  Aslında mesele basit, çok basit! Herkes sadece kendi yasını tutuyor... Ve gene herkes sadece kendi zaferini kutluyor... Ne acıyı paylaşan var, ne zaferi! Oysa aynı gemideyiz... Acı da bizim olmalı, zafer de...  İşte bütün mesele bu!

8 Mart 2014 Cumartesi

Gününüz Kutlu Olsun Kadınlar! ;)

Gününüz kutlu olsun kadınlar! ;)

Bu gün "Dünya Kadınlar Günü". Her ne kadar memleketteki hatta dünyadaki kadınların hâli gülünecek değil, ağlanacak hâl olsa da bu günü ne zaman duysam gülesim gelir. Çünkü senenin 364 günü aşağıladığımız, horladığımız, dövdüğümüz, sövdüğümüz, taciz ettiğimiz, tecavüz ettiğimiz, kestiğimiz, doğradığımız ve öldürdüğümüz kadınlar değilmiş gibi onlar adına bir gün veriyoruz! Ve bu son derece ironik! Daha ironik olan bir şey daha var ki o da birçok kadının bu bir güncüğü kâfi bulması! ;)
Efendim, birçok şey gibi bu günün de kökü Amerika'ya dayanıyor! ;) 1857 yılında bir fabrikada çalışanlar daha iyi şartlar için grev yapıyorlarmış. Polisin işçilere müdahale etmesi sonucu 8 Mart 1857'de, 129 kişi hayatını kaybetmiş. 1910 yılında Almaya'da Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda, 8 Mart 1857'de  ölen kadın işçiler anısına o günün "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılması teklif edilmiş ve kabul görmüş. İşin içinde bir "goministlik" de var yani! ;)
1921 yılında günün adı "Dünya Emekçi Kadınlar Günü"  olarak değiştirilmiş ve 8 Mart'ta anılmaya başlanmış. Bazı ülkelerde yasaklansa da 1960'lı yıllarda ABD'de de anılmaya başlanmış. Ve nihayet 1977'de BM, 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak anılmasını kabul etmiş.
Bizde ise ilk defa 1921'de anılmaya başlanmış... Her geçen yıl katılım artmış hatta 1975'te bir de kongre yapılmış. 1980 yılına gelindiğinde, 8 Mart da her şey gibi darbeden nasibini almış ve birkaç yıl anma törenleri hiç yapılmamış... Sonrasındaysa katılımlar artarak bu günlere gelinmiş... Bütün bu bilgileri bu günkü Milliyet'ten öğrendim. Fakat "anma törenleri" hangi ara "kutlamaya" çevrilmiş, haberim yok! ;)
Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü, Kadınlar Günü... Bütün bu günlere bir bakın! Hemen hepsinin sadece bir aldatmaca olduğu gün gibi aşikâr. Öyle ki çoğu özel gün bir nevi günah çıkartma seansı... ;) Bu özel günlerin tamamında neredeyse en geri kafalı adamda bile bir harketlenme görürsünüz. Ancak sadece bir günlüğüne! ;) Sonra yine aynen devam!      
Sanki bu özel günler, muhataplarına 364 gün boyunca göstermediğimiz ilgiyi telafi edelim diye ayarlanmış. Hepsinin kendine özgü ritüelleri de var ki tam bir günah çıkartma seansı... ;) Gerçekteyse 364 gün boyunca o özel günlerin sahiplerine hak ettikleri değeri vermeli ve özel gün geldiğinde de bunu taçlandırmalıyız... Fakat nerede... ;)
Şahsen hiçbir özel güne karşı değilim... Neticede insanlar için herhangi bir gün bile özel anlamlara sahip olabilir. Saygı duymakta fayda var. Ancak göz göre göre de kendimizi kandırmayalım. Annemizi çok sevip evin bütün işini onu yıkıyorsak, sevgilimize hediye alıp onu aldatıyorsak, kadınlarımıza güya değer verip onlara ikinci sınıf insan muamelesi yapıyorsak sevgimizi ciddi ciddi gözden geçirmeliyiz, bence. ;)
Güya 8 Mart'ta kadınlarımızın gününü kutluyoruz... Bu günde onlara güller veriyor, hediyeler alıyoruz... Fakat bu gün bittiğinde iş değişiyor! En modernimiz bile özel hayatımızda olsun, iş hayatımızda olsun karşımıza çıkan kadınları ezip geçiyoruz! En modern kurumlarımızda bile kadınlara yeterince yer verilmiyor... Ez kaza yer bulanaysa "mobbing" uyguluyoruz. Gerek dinimiz gerek kültürümüz kadınlara değer vermesine rağmen yeterince kadın vekili meclisimize sokamıyoruz. Kadına değer veren muktedirler bile gerçekte yeterince gayret göstermiyor. En modern sivil toplu kuruluşları bile göstermelik şeyler peşinde!
Eğer kadına önem veriyorsak... Gerek yazılı olmayan kuralları gerek yazılı kuralları kadınlar lehine yenilemeliyiz. Bu açıdan en yakından başlamalıyız. Önce annemize-eşimize-kızımıza-sevgilimize saygı göstermeliyiz. Özel hayatımızda da iş hayatımızda da gerektiğinde fedakârlık yapıp onların önünü bizzat açmalıyız. Yasalarımızı kadınların önde olmasını zorunlu kılacak şekilde yapmalıyız. Öyle ki her kuruma bir kadın eli değmeli. Her örgütte ciddi manada kadın kotaları ön görülmeli... Hatta kadınların aynı işi yapan erkeklerden daha fazla kazanmaları bile sağlanmalı! Ancak o zaman kadınlar değerlerini fark edebilir ve öz güvene kavuşarak gerek erkeklerin gerekse hem cinslerinin kendilerine reva gördükleri her tür şiddete dur diyebilir...
Her şeye rağmen...
Gününüz Kutlu Olsun Kadınlar! ;) 

6 Mart 2014 Perşembe

Yabancı Sınırı Çelişkisi!

Yabancı sınırı çelişkisi!

Akhisar Belediyespor'da Oumar Niassediye bir adam varmış. Çok da formdaymış. Ben pek tanımıyorum. Umrumda da değil! ;) Ama bu arkadaş Milli Takım'da oynamak istiyormuş. Ve Fatih TERİM de bu işe yeşil ışık yakmış. Benim derdim sonuna kadar desteklediğim bu karar işte! ;)
Mesleye bir giriş yapalım... Efendim, hâlihazırda 2013-2014 sezonu için kulüpler 10 yabancı futbolcu ile sözleşme imzalayabililiyor ve 6 yabancı uyruklu futbolcunun ismini de müsabaka isim listesine yazdırabiliyor. 2014-2015 sezonunda ise kulüpler en fazla 8 yabancı futbolcu ile sözleşme imzalayabilecek ve 5 yabancı uyruklu futbolcunun isimini de müsabaka isim listesine yazdırabilecek. Peki bu ilginç hesaplar ne için? Türk futbolu gelişsin diye! İyi güzel de "Futbolu gelişen ülkeler, bu yolla mı geliştirmişler futbollarını?" diye sormazlar mı adama! Sorarlar hatta soruyorum! ;)
Cevabı bizzat Fatih TERİM veriyor: "Bugün yabancı sayısı serbest olan ülkelerin çoğu ya AvrupaŞampiyonu ya da Dünya Şampiyonu. İyi olan bir Türk oyuncunun yerine yabancıyı zaten oynatmazlar. Bunun için katı kurallar koyma taraftarı değilim." diyor ve ekliyor: "Bir başka önemli konu daha var. Bugün Dünya Kupaları'nda veya Avrupa Şampiyonları'nda herkes sonuca bakar..."Eee, derdimiz ne? ;)
Hayır, madem çözüm sınırlamalarda... Madem gelişmenin yolu yasaklardan geçiyor... O zaman bunu her alana yayalım! Öyle ya otomobil sektöründe de sınırlamaya gidilsin. Büyük markalar belli kotalarla satış yapabilsinler sadece. Mesela Ferrari... Herkesin olmasın, ne gerek var? Hem pahalı! Sadece memleketin en zengininde olsun, yeter! Ama grektiğinde yerli üreticiler inceleyebilsin tabii! Böyle olsun ki otomobil sektörümüz gelişsin! ;) Ya da her isteyen yabancıbanka ülkemizde faaliyette bulunamasın. İlle bulunacaksa her ilde en fazla bir şube açsın! Bizim paramız bizim bankalarımzıda olsun ki bankacılık sektörümüz gelişsin! ;) Sonra telefon... Dünyada olmayan markalar bile bizde var nerdeyse... ;) Sınırlansın... Mesela sadece dünyada en çok satan markanın satışına izin verilsin... Malûm seçmekte zorlanıyoruz! ;)
Bu liste uzar gider... Peki olur mu böyle şey? Tabii ki olmaz! Neden olmaz? Birincisi dünyada var olan ekonomik sistemlere ters, ikincisi milliyi özendireyim derken milli olanların gerilemesine neden olur da ondan! Zaten dünyada çok az ülke bu uygulamalara başvuruyor. Bizdeyse nedense futboldan çok daha önemli sektörlerde bu tarz uygulamara gidilmezken futbolda, sırf "Türk Futbolu" gelişsin diye, bu uygulamalara başvuruluyor...
"Tamam." dedik, "Kabullendik!" diyelim. O zaman milli takımlardki yabancı kökenlileri ne yapacağız? Ne yani Fener, GS, Beşiktaş, Akhisar vs. Milli Takım'dan daha milli? Onlarda yerli önceliği, varken milli takımda neden yok? İşin açığı bir insana vatandaşlık vermişsek, bütün haklardan yararlanabilmeli. Tabii bu noktada gelişmiş ülkelerde bu vatandaşlık kazanma işinin bizdeki gibi kolay olmadığını da vurgulamak lazım...Şahsen toplumu geriye götürecek her şeye karşıyım. Yabancı sınırının uzun vaadede futbola yararı olmadığı açık. Bu işin tek kârlı çıkanı, gerçekte hak etmediği hâlde milyonlar kazanan yerli futbolcular! Yoo, isim vermeyeceğim, ısrar etmeyin! ;) He bir de kalitesiz yerli oyuncularını büyük kulüplere milyonlara satan kulüpler kârlı bu işten! ;)
Son olarak değişik bir noktaya dğinenmek istiyorum. Esasında bu uygulama UEFA'nın da çok ciddiye aldığı "ırkçılık" belasını da gizliden gizliye körüklemekte! Gerçekten bir kişi bir ülkede, sırf o ülke vatandaşı olmadığı için futbol oynayamıysorsa bunun adı ırkçılıktır! E hani futbol bir oyundu? E hani futbol kardeşlikti? E hani "fairplay"? Yoksa yabancı sınırı gibi, bunların da mı bir sınırı var? ;) Şaka bir yana UEFA işi ülkelerin keyfiyetine bırakmak yerine bizzat devreye girerek bu sorunu kökünden çözmeli, bence!

1 Mart 2014 Cumartesi

Sizin Hiç Pijamanızı Kestiler Mi?

Sizin hiç pijamanızı kestiler mi?

Birkaç gündür internette bir video dolaşıyor. Video Suriye'den... "Suriye" deyince haberin içeriğini hepiniz tahmin ettiniz, değil mi? Evet, yine kötü bir haber... Yine savaş, yine şiddet, yine kan ve yine çocuk var işin içinde... Maalesef!
Suriye'de okuldan eve giden bir kız çocuğuyemek yemeden önce bombaların hedefi oluyor... Tabii bunlar görüntülerde yok! Bomba nereden geldi? Nereye düştü? Kaç kişi etkilendi? Başka yaralı ya da ölü var mı? Belli değil. Görüntülerde bir kız çocuğu sağlık merkezinde, bir doktor yaralarına müdahele etmeye çalışıyor... Çocuğun ağzı gözü kan içinde... Ağlıyor bağıra bağıra. Ama inanın insanı üzen görüntüler değil, çocuğun dilinden dökülenler...
Doktor bir yandan işini yapmaya çalışırken bir yandan da çocukla konuşuyor. Çocuk okuldan eve geldiğini, yemek yiyecekken bomba düştüğünü söylüyor. Bu esnada doktor kızın bacağındaki yaralarla daha iyi ilgilenmek için pijamasını yırtıyor. Kızcağız yalvararak, "Amca pijamamı kesme, o daha yeni!" diyor... Sanki olayın farkında değilmiş, sanki şoktaymış gibi! Oysa olayın farkında! Ama belli ki her gün olmasından korktuğu şey başına geldiği için çok yadırgamıyor. Kim bilir bu günü kaç farklı şekilde kâbuslarında görmüştü? Kim bilir ailesi kaç kere böyle senaryolar anlatarak dikkatli olmasını telkin etmişti? Yani savaşı çok iyi biliyor. Ama pijaması, yeni pijaması? Belli ki insanın savaşta yeni pijaması hep olmuyor! Ve yine belli ki savaşın yenileri de eskittiğinden bahseden olmamış bu kızcağıza!
Derken bacağındaki kanı fark ediyor. Doktor Amcası'na gösteriyor. Doktor sakin olmasını, iyileşeceğini söylüyor. Bunun üzerine şoku atlatmışçasına sakince "Çok korkuyorum, ya yürüyemezsem!" diyor. Bu cümle aynı zamanda çocuğun savaş hakkında az şey bilmediğinin ıspatı! Nitekim daha çocuk olmasına rağmen, onu nelerin beklediğini çok iyi biliyor! Daha o anda zihninde onlarca muhtemel senaryo dönüyor...
Sonra tam da bu toprakların insanına özgü bir şekilde başına gelenleri sorguluyor. "Annem bu gün de bir şey olmadan eve geldiğim için sevinmişti. Çok mutlu olduk diye mi oldu bu?" diyor ağlayarak. Öyle ya bu topraklarda hep savaşlar olagelmiş... Mutluluk bu toprağın insanına fazla sanki (!) Pek alışık değiller, yadırgıyorlar azıcık mutlu olunca (!) "Çok güldük, kesin bir şey olacak!" korkusu bu topraklardaki insanların hepsinde var demek ki! Sahi, Avrupa'da-Amerika'da insanların böyle korkuları var mı? Oralarda da çocuklar canlarından çok "yeni pijamaları"nı düşünüyor mu? Cevabı hepimiz biliyoruz, değil mi?
Kısacık videonun kocaman içeriği bunlarla bitmiyor. Videonun sonuna doğru Doktor Amcası, "Canım yürüyeceksin inşallah yine. Bir şeyin kalmayacak!" diyor. Doktor Amcası'ndan cesaret almışçasına topluyor kendini. Bir anda bacağına bir şey olmayacağından emin oluyor sanki... Ama korkusu bitmiyor, hâlâ ağlamaklı! Hele nefreti? Nefreti hiç bitmiyor, biteceğe hiç benzemiyor!
Savaşa, savaşı yönetenlere karşı içinde öyle bir nefret var ki... Daha önce büyüklerinden kim bilir kaç kere duyduğu, kaç kere bizzat ettiği bir bedduayı dillendiriyor: "Allah seni amacına ulaştırmasın Beşar! İnşallah ölürsün!" diyor... Beddua bu! Ve beddua bu kız çocuğuna hiç yakışmıyor... Tıpkı ayağındaki bomba yarası gibi! Tıpkı yüzündeki kanlar gibi! Tıpkı o kız çozuğunun savaşa yakışmadığı gibi, bütün o başına gelenler de o kız çocuğuna yakışmıyor... 

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...