12 Aralık 2014 Cuma

Öğretmenin Psikolojisi


Birkaç gün önce Mersin'de bir öğretmen, eski eşini öldürdü. Hem de boğazını keserek.... Daha önce de öğretmenlerin eşine ya da ailesine şiddet uyguladığı hatta canına kast ettiği haberler duymuş olsak da bu derece vahşet içeren bir olayla ilk defa karşılaşıyorduk. O yüzden bu haberin büyük yankı uyandıracağını, bütün paydaşların olayı enine boyuna inceleyeceğini düşünmüştüm. Fakat hiç kimse kılını bile kıpırdatmadı tabiri caizse. Yanı başımızdaki bir örgütün bu eylemi günlük bir ayin hâline getirmesinden midir nedir bu haber, sadece üçüncü sayfa haberi olmakla kaldı!
Baktım ki kimse bu olayın üstüne gitmiyor... Baktım ki herkes sözleşmişçesine "bilip de bilmememizlikten" geliyor... Gönlüm bu haberin sıradan bir "üçüncü sayfa" haberi olarak kalmasına el vermedi. Ve ben bir şeyler yazmaya karar verdim.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki yazımın çıkış noktası olan elim olay hakkında bir bilgim yok. Ben sadece içeriden biri olarak benzer olaylarda öğretmenlerin yer almasının nedenleri konusunda ip uçları vermeye çalışacağım.
Modern hukukta "Zaten o sıralar psikolojim bozuktu..." deyince cezanın yarısının kendiliğinden kalktığını hepimiz biliyoruz. Ancak milletin psikolojisini bozarak milleti katil eden olayların birçoğunun öğretmenlerin başına zaten gelmekte olduğunu çok azımız biliyoruz. Bu noktada şunu da söylemek istiyorum. Suç işleyen, şiddet uygulayan sebebi ne olursa olsun cezasını çekmeli. Yoksa kafası her bozulduğunda kendisine ve etrafındakilere şiddet uygulayanlardan geçilmez. Ancak bu tür olayların asıl nedenlerini incelemeden, sorunların nedenlerini ortadan kaldırmadan hangi cezayı verirsek verelim bu tür olayların sonunun gelmeyeceği de bir gerçek.
Her şeyden önce öğretmenler öğretmenlik okurken çoğu zaman gerçek şartlarla alakası olmayan bir eğitim alıyor. Son derece donanımlı sınıflarda, son derece donanımsız şartlar için hazırlanıyorlar. Dört yıllık üniversite hayatının nerdeyse tamamı toz pembe bir simülasyondan ibaret... Bu durum özellikle sınıf öğretmenleri için geçerli. Üniversitede mesleğin gerçeklerine sadece dersi anlatan üniversite hocalarının anılarında rastlamak mümkün, maalesef!
Okul bittikten sonra malum bir KPSS süresi var. Ancak ona değinmeyeceğim. Çünkü bu konudan haberi olmayan birinin hâlâ var olduğunu, olabildiğini düşünmüyorum.
Finlandiya şartlarındaki okullarda öğretmenlik yapacakmış gibi eğitim aldıktan ve de KPSS'yi geçtikten sonra nihayet öğretmen olarak atanınca, dertler biteceğine artarak gelir. Bu dertlerin başında elbette "gelir" gelir. Öğretmen, öğrencilik yıllarında bitip tükenmeyecek gibi görünen öğretmen maaşının yalnızca adı olduğunu ayın sonunda acı şekilde öğrenir. Bu durum bir karabasan gibi her ay tekrar eder!
Hele aileden bir destek yoksa... Hele öğretmen, ailenin büyüğü ise... Ailesinin umuduysa... Hele hele eşi de çalışmıyorsa... Hele evinde hastası varsa... İsyan etmeye başlamıştır artık!
Zamanla mesleğini kabullenir, her şeye rağmen bu kutsal mesleğin hakkını vermeye çalışır. Ancak bir süre sonra körelir. Fakat bunu fark edemez. Fark etse bile hayatla öyle sıkı bir mücadele içindedir ki en son düşüneceği şey kendini geliştirmektir. Köreldiğinin farkında olmasına rağmen emekli olup kurtulamaz! Çünkü emekli olunca geliri yarı yarıya düşer. Velev ki bunu göze aldı diyelim. Yine emekli olamaz! Çünkü mevcut sistem "Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum." diyen Hz Ali'ye inat bizzat öğretmeni kırk yıl köle yapmaktadır. Gerçekten bir öğretmenin emeklilik maaşını almak için kırk yıl çalışması gerekiyor...
Bunların yanı sıra öğretmenlerin hiçbir şekilde güvenliği yok. Dağın başında çalışan öğretmenlerden bahsetmiyorum sadece. Metropollerin göbeğinde yaşayanlar bile her tür şiddetin hedefi durumunda.
Bir çırpıda aklıma gelen öğretmen sorunlarını yazdım. Atama, tayin, eş durumu mağdurları, yıldırma, veli baskısı, öğrenci saygısızlığı ve daha nicesine değinmedim. Şimdi bu sorunlara ve benzerlerine her meslekte rastlanıldığını söyleyenler olacaktır mutlaka, haklı olarak. Ancak en değerlilerimizi, çocuklarımızı, emanet ettiğimiz öğretmenlerin psikolojisi diğerlerinden hiç olmasa bir tık daha önem arz etmeli, bence. Çünkü çocuklarımız, sadece bizim canımız değil aynı zamanda geleceğimizin ta kendisidir! Ve öğretmenler onlara neyi öğretirse, onlar onu yapacaktır!
Sonuç olarak bahsettiğim sorunların çoğunu yaşamasam da tamamını yaşayan onlarca arkadaşım var. Her ne kadar hiçbiri bir suça bulaşmasa da bu dediğim sorunlar giderilirse psikolojileri daha düzgün olacak... Psikolojileri düzgün olunca mutlu bireyler olacaklar... Mutlu aileleri olacak... İşte o zaman öğretmenler de şiddete meyli olmayan, mutlu bireyler yetiştirebilecekler...

11 Aralık 2014 Perşembe

Şûra Kararları ve Osmanlıca

Şûra kararları ve Osmanlıca

Bildiğiniz üzere geçtiğimiz hafta 19. Milli Eğitim Şûrası yapıldı. Her ne kadar sadece birkaç tartışmalı karar basında kendine yer bulsa da şûrada tamı tamına 179 karar alındı. Bu kararların çoğu son derece olumlu kararlar olmasına rağmen birkaç malûm kararın gölgesinde kaldı. Dileyen kararların tamamına MEB'in sayfasından ulaşabilir. Ben burada tartışmalı kararlardan yalnızca birini, Osmanlı Türkçesi Dersini, ele alacağım. ;)

Yazıya devam etmeden önce kamuoyunun hatta bizzat öğretmenlerin yanlış bildiği bir konuya değinmek istiyorum. Milli Eğitim Bakanlığı'nın en yüksek danışma kurulu olan Milli Eğitim Şûrası'nın kararlarının bağlayıcılığı yok! Nitekim şûrada alınan nice güzel kararın hayata geçemediğini çok iyi biliyoruz. ;) Örneğin bir önceki şûrada "24 Kasım Öğretmenler Günü'nün kutlandığı ay öğretmenlere birer maaş ikramiye verilmesi ve ek ders saat ücretinin 12 TL'ye çıkarılması" önerisi benimsenmişti. Ancak öyle bir şey olmadı. Şahsen hâlâ yakınlarıma 24 Kasım'da ikramiye almadığımızı anlatmaya çalışıyorum. ;) Ama kimseyi inandıramıyorum! Bu arada ek ders saat ücreti de hiçbir zaman 12 TL olmadı! Hâlâ bile! ;) Özetle şûra kararlarının bağlayıcılığı yok ama inandırıcılığı çok! ;)

Doğru bilinen bir yanlışın, yanlışlığını iyice vurguladıktan sonra devam edelim... ;) Bağlayıcı olmamasına rağmen şûrada alınan kararlar tavsiye niteliği taşıdığı için milli eğitime yön vermektedir. Alınan kararlar MEB'in ilgili birimlerine gönderilir. İlgili birimler uygun görürlerse uygulamaya geçilir. O yüzden bu kararları tümden yabana atmak da mümkün değil! ;)

Birbirinden çelişkili bilgiler verdikten sonra gelelim yazımın asıl bölümüne. ;) 19. Milli Eğitim Şûrası'nda "Osmanlı Türkçesi dersinin sosyal bilimler lisesinde olduğu gibi, Anadolu imam hatip lisesinde de zorun ders olarak, diğer ortaöğretim kurumlarında ise seçmeli ders olarak okutulması"yönünde bir karar alındı. Tabii yer yerinden oynadı, hemen saflar tutuldu.

Bir tarafta dedesinin mezarını okuyamadığından ve İngilizce zorunlu okutulurken Osmanlıca'ya karşı olunmasından yakınanlar yer aldı. Dedesinin mezarının yerini bilmeyenler ile zorunlu İngilizce derslerinden yüksek notlarla geçtiği hâlde doğru dürüst İngilizce bilmeyenler de bu tarafta yer aldı maalesef... ;)

Diğer tarafsa her şeyden önce Osmanlı'yı ata olarak kabul etmiyor. Hem de başta M. Kemal olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucularının tamamının da Osmanlı olduğunu unutarak... ;) Tabii bu taraftakilerin bir de önerisi var. Atalarımıza sahip çıkmak için Göktürkçe'yi öğrenmeyi öneriyorlar. Üstelik bu dersin zorunlu olmasından bile gocunmayacaklarını da ifade ediyorlar. ;)
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum. Yeterli alt yapı oluşturularak en az bir yabancı dil zorunlu olmalı. Hatta belli okullarda iki yabancı dil zorunlu olmalı. Ancak ille bir dil diretilmemeli.Öğrencilere seçme şansı verilmeli. Bu noktada "dünya dili İngilizce" tabusunun yıkılması şart! ;)

Osmanlıcaya dönecek olursak... Kurduğumuz en büyük devletin dilini öğrenmeyi isteyenlere saygı duyuyorum. Ama samimi bulmuyorum. Osmanlıca gibi şu an kullanılmayan bir sistemin zorunlu olması doğru değil çünkü. Şahsen çocuklarımın da Osmanlıca öğrenmesini istiyorum. Ancak dayatmayla değil! Nitekim salt dayatmayla onca çabaya rağmen bu gün İngilizce öğretmenlerimizin bile doğru dürüst İngilizce konuşamadığı bir gerçek. O bakımdan Osmanlıca Türkçesi konusunda doğru karar alındığını düşünüyorum. Yani ilgili okullarda zorunlu, diğerlerinde isteğe bağlı...

Ancak bu imkân sunulurken ille Osmanlıca diye diretilmesi de yanlış. Söz konusu atalarımızsaGöktürkler de bizim atamız, Uygurlar da... Keşke yeterince imkân sağlansa da aynı seçme şansımızı Göktürkçe için, Uygurca için de kullanabilsek... Çünkü onlar da biziz... Hem ne demişAtatürk? "Türk, övün, çalış güven!" Övünmek için de evvelâ tanımamız gerek... Tanımak için de öğrenmek şart!

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bu fikri abartarak ortaya atanların da anlamadan dinlemeden reddedenlerin de derdinin Osmanlıca değil güç mücadelesi olduğunu düşünüyorum. ;) 

9 Aralık 2014 Salı

Önce İş Güvenliği Mi Yoksa İşçi Güvenliği Mi?

Önce iş güvenliği mi yoksa işçi güvenliği mi?

Maden gibi insan canının her an risk altında olduğu sektörlerde en basit hatalar bile ölümle sonuçlanabildiği için iş güvenliği deyince aklımıza hemen maden sektörü geliyor. Hatta sadece o sektör geliyor! Oysa ülkemizde inşaat sektöründe de basit hatalar yüzünden insanlarımız ölüyor. Tersanelerde de başka ülkelerde keyifle yapılan çalışmalar bizde ölümle sonuçlanıyor. İtfaiyecimiz, askerimiz, polisimiz, sporcumuz hatta sanatçımız basit hatalar yüzünden kendilerine zarar veriyor, sağlıklarından hatta hayatlarından oluyor. Tabii bu hatalar kimi zaman yasa koyucudan kaynaklanırken kimi zaman da bizzat çalışanların vurdumduymazlıklarından ileri geliyor.
Hiçbir sektörde kurallara doğru dürüst uyulmuyor. Eğitimden sanayiye, bankacılıktan sağlığa,tarımdan madene... Aklınıza gelebilecek hiçbir sektörde işler hiçbir zaman doğru bir şekilde yapılmıyor. İşin aslı böyle ama işler bir şekilde kitabına uyduruluyor. Yetersiz de olsa doğruları emreden, yanlışları yasaklayan yasaların arkası bir şekilde dolanılıyor. En kuralcılar bile bir şekilde ikna ediliyor. Bu ikna etme işi rüşvetle falan da yapılmıyor çoğu zaman. Bu konuda bir bilinç olmadığı için hepimiz potansiyel vurdumduymazız zaten. Sadece uygun şartların oluşmasını bekliyoruz. Başlarda her şeyi dört dörtlük yapsak da... Bir süre sonra biz de "Aman... Boş ver!" demeye dünden hazırız aslında. Bu yüzden işler rayından çıkana kadar kimse kuralsızlığa itiraz etmiyor.
Ancak iş işten geçince... Devlet de duruma müdahale ediyor bizzat iş veren de... O güne kadar susan Sivil Toplum Örgütleri de yaygarayı basıyor, medya da... Hatta bizzat hatayı yapan da aslında işin doğru yapılmadığını ifade ediyor.  Trajikomik olansa bütün paydaşların iş işten geçince işin o güne kadar nasıl kazasız belasız geldiğine hayret etmesi! Tabii bu hayret kısa süreli bir hayret. Üstelik yalancı bir hayret! Sahte bir hayret! Çünkü bir süre sonra her şeyi unutup en baştaki kuralsız hayatımıza geri dönüyoruz. O müdahaleler, yaygaralar, itiraflar hepsi bir dahaki kazaya kadar unutuluyor.
Her sene onlarca, yüzlerce can(ımız) madenlerde yitip gittiği için sadece maden sektöründe iş güvenliği olmadığını sanıyoruz. Oysa bu zihnimizin bize oynadığı bir aldatmaca, basit bir mantığa büründürme. Gerçekteyse diğer sektörlerdeki iş güvenliğinin, aslında iş güvensizliğinin desek daha doğru olur, durumu maden sektörüyle aynı. Fakat biz sadece maden gibi can kaybı olan sektörlerde iş güvenliği olmadığını sanıyoruz. Sadece madenlerde ölen insanların güvensiz ortamlarda çalıştığına kendimizi inandırıyoruz.
İşin içinde insan canı olduğu için vicdanlarımız rahat olmuyor, rahatlatmaya koyuluyoruz hemen. "Yok şöyle olsaydı madenciler ölmezlerdi!" de "Böyle olunca şöyle oldu..." da gibi konuşmalarla işin doğasında ölümün olduğuna kendimizi inandırarak vicdanımızı rahatlatmaya çalışıyoruz. Milletçe kamuoyu oluşturuyor, birbirimize kızıyor, işi birilerine yıkıp, biraz ahlayıp vahlıyoruz... Yeterince günah çıkardığımıza ikna olunca unutuyoruz her şeyi. Unutuyoruz Somaları,Ermenekleri... Tersanelerde ölen, asansörden düşen işçileri... Okullarda bıçaklananöğretmenleri, hastanelerde darp edilen doktorları... Onlarca sektörde yitip giden yüzlerce canları(mızı)...
Daha fazla acı yaşamamak için yapılması gerekenlerin neler olduğunu bilen uzmanlar var elbette. Onlara sorulmalı, onların göstereceği bilimsel yollar izlenmeli şüphesiz. Ancak bence asıl sıkıntı, odak noktamızın insan olmaması! Gerçekten "İşçilerin iş kazalarına uğramalarını önlemek amacı ile güvenli çalışma ortamını oluşturmak için alınması gereken tedbirler dizisine" 'İş Güvenliği' deniliyor. İçeriğe bakarsanız insanın önemsendiğini düşünebilirsiniz bir an için. Ama insanın önemsendiği bir kavramın adı, neden iş güvenliği olur ki? Neden olacak? Çünkü amaç insan değil, iş! Yani ürün, yani çıktı, yani para...   

25 Temmuz 2014 Cuma

Hop Dedik Orda Kal!

Hop dedik orda kal!

Ömür Gedik Hürriyet’teki köşesinde  "'Öpüşmem' diyene gıcık olurum” başlıklı yazısının son bölümünde 2000 doğumlu olanların yaş hesaplamasının çok kolay olduğuna ilişkin çok ilginç (!) bir tespitte bulundu, okuyanlar bilir. Okumayanlar da benim gibi Twitter’dan öğrendi. ;) Ömür Hanım tespitte bulunduğu gibi anlamakta zorlanabilecekler için örneklendirdi: “…2000 doğumlu olanların yaş hesaplamarına gerek yok. 2015’te 15 yaşındalar. 2044’te 44. 2057’de 57…”Şükür ki şekil çizerek anlatmaya kalkmadı. ;)
Tabii sosyal medya yıkıldı. Yüzlerce paylaşımda bulunuldu. Her ne kadar çoğu hakaret ve küfür dolu olsa da çok güzel espriler de çıktı. Bu noktada ne olursa olsun insanlara hakaret ve küfür etmeye kimsenin hakkı olmadığını belirtmeliyim. Tabii aydın kısmının da insanları aptal yerine koymaya hakkı yok.
Bakın iki gün önceki yazısında ünlülere küfür ve hakaret eden gençler için ne demiş Ömür Hanım:“… Bu küfür ve hakaret eden gençlerin anne babaları neden çocuklarına sahip çıkmıyor, uyarmıyor!” Haksız mı? Tabii ki haklı… Tıpkı bizzat kendisinin aptal yerine koyduğu okuyucuları gibi haklı! Şahsen ben her yazdığımı defalarca okurum. Dahası yetinmem, üçüncü bir göze, objektif bir göze, de ihtiyaç duyarım çoğu zaman… Şahsen öneririm! ;)
Şu yazıyı yazarken bile haberi kaç farklı siteden okudum. Dahası Ömür Hanım’ın yazısının tamamını okuma gereği hissettim sırf yanlış bir şey yazmayayım diye. Bu yüzden ne zamandan beridir üyelik istediği için protesto ederek üye olmadığım ve haliyle okuyamadığım Hürriyet Gazetesi’ne üye oldum. Size şu kadarını söyleyeyim, protesto edeceğim diye Ahmet Hakan ve Yılmaz Özdil gibi Türkiye’nin en iyi yazarlarından bile vaz geçmiştim. Daha doğrusu onlar bile beni Hürriyet’e üye edememişti. Ama Ömür Hanım etti. ;) Yazının tamamını okumakla da yetinmedim. Ömür Hanım’ı tanımama rağmen öz geçmişini bir daha okudum. Bir yerde sehven de olsa hata yapmayayım diye… O bakımdan ülkenin amiral gazetelerinden birinde köşesi olan birinin daha dikkatli olması gerekmez mi?
Bir kere burada okuyucu aptal yerine koyulmuştur, nokta. Bunun altını kalın kalın çizelim. Ancak bilerek yapıldığına inanmıyorum. Birçok kişinin aksine Ömür Gedik’in zekâsında da bir problem olduğunu düşünmüyorum. Nitekim onun CV’si gibi CV’ye sahip birinin zekâsında problem olmasının imkânı yok. Boğaziçi’nden mezun olmak, bir sürü dergi ve gazetede yazarlık yapmak, TV programcılığı, insana kıymet vermeyen bir ülkede hayvanlar için çalışmalar, ses sanatçılığı, eleştirmenlik, yarışmalarda sunuculuk yapmak… Bunların hiçbiri sıradan zekâya sahip birinin sahip olabileceği bir CV’de olamaz…
Belli ki Ömür Hanım konu sıkıntısı çekmiş… Belli ki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, onlarca yıldır süregelen terör, İsrail mallarına yapılan boykot, Gazze’de öldürülen yüzlerce insan dikkatini çekememiş… Özellikle sonuncusu için bir şeyler yazmasını çok isterdim doğrusu. Ama hayır… Şu anda bunu konuşmak durumu ajite etmek olur. Ve bu da asıl meseleyi, okuyucuyu aptal yerine koymayı, arka plana iter. O yüzden bu konuyu burada bırakalım. Ve bırakalım Ömür Hanım gibiler istediği konuyu yazsınlar. En doğal hakları tabii. Yeter ki okuyucuyu aptal yerine koymasınlar. Yoksa… Yoksa o da mı hakları? ;)
Son olarak benim Ömür Hanım’dan naçizane isteğim hayvanlara gösterdiği takdire şayan sevginin-saygının birazını da insanlara göstermesi. Aksi takdirde okuyucuları eninde sonunda ona kendi albümünün adıyla seslenecektir: Hop dedik orada kal! ;) Çünkü Ömür Hanım’ın “Öpüşmem” diyen oyunculara gıcık olduğu gibi insanlar da “kendilerini aptal yerine koyanlara” gıcık olur... ;)

18 Temmuz 2014 Cuma

Savaşa Karşıyız! Hadi Canım Sen De!

Savaşa karşıyız! Hadi canım sen de!

İsrail’in Filistin’e günlerdir yapmış olduğu saldırılar “kara operasyonu” ile yeni bir boyut kazandı. Bu; binlerce yaralının ve hayatını kaybeden yüzlerce insanın İsrail için yeterli olmadığı anlamına geliyor…Dünyanın her yerinden taraflı tarafsız herkesin canı yanmasına rağmen bu iki devlet neden savaşıyor? Daha doğrusu İsrail neden güçsüz düşmanı karşısında daha da canavarlaşıyor? Dahası neden dünya buna bir “DUR!” diyemiyor ya da demiyor?
İki devletin de tarihsel, dinsel, ekonomikve siyasi açıdan savaşmak için nedenleri var… Ama iki devlet açısından savaş nedenini bir cümleye sığdırmak istersek “Her iki devlet de kendileri için kutsal olan topraklarda varlığını sürdürmek istiyor.” diyebiliriz. Ancak eksik olur. Çünkü ikisi de “varlıklarını sürdürmek”le yetinmeyip ötekinin o topraklardan çekilip gitmesini hatta sonsuza kadar yok olmasını istiyorlar.
Bu noktada Aristoteles’e kulak vermekte fayda var: “En büyük suçlar gerekli olanı değil de fazla olanı elde etmek için işlenir.” Bu yüzden iki devlet de ellerindeki en iyi imkânları kullanarak birbirine saldırıyor… Yani daha fazlası için… Tabii amaç mümkün olduğu kadar çok düşmanı yok etmek olduğu için kullanılan silahların yasak silahlar olması ya da kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere sivillerin hedef olarak seçilerek insanlık suçu işlenmesinin bir önemi olmuyor… Zaten iki devlet de dünyanın umrunda değil! Eğer İsrail birilerinin umrunda olsaydı yıllarca acılar çekmelerine, soykırıma maruz kalmalarına göz yumulmazdı. Eğer Filistin birilerinin umrunda olsaydı bir halk yok edilirken başta komşuları olmak üzere bütün dünya üç maymunu oynamazdı. Herkes kendi çıkarının peşinde! Yeter ki İsrail ve Filistin dünyadan bir şey istemesin! Yeter ki İsrail uyguladığı “orantısız güç” ile büyük devletleri zor duruma sokmasın, yeter ki Filistin yüzlerce yıldır evi olan topraklar için dünyadan yardım beklemesin…
Bu güne kadar dünyada yüzlerce, binlerce irili ufaklı savaş meydana gelmiş… Yani bu demek oluyor ki insanlar yüzlerce, binlerce defa birbirlerini yok etmek için uğraş vermişler… Kimi savaş yıllarca sürmüş kimisi birkaç saatte bitmiş… Kimisinde milyonlarca insan can vermiş, kimisinde ise çok daha az can yanmış… Kimisi çoktan unutulmuş… Kimisi daha yıllarca devam edeceğe benzer… Peki neden?
İnsan sadece kendi çıkarlarını düşünerek hareket ettiği andan itibaren karşısındaki için bir tehdittir. İnsanların oluşturduğu sistemler olan devletler de aynı mantıkla yaşar aslında… O bakımdan yeryüzünde meydana gelmiş en büyük savaş ile iki insan arasında meydana gelen ilk kavganın-savaşın nedeni aynıdır. Bencillik!
Esasında İsrail-Filistin meselesinin de çıkış nedeni budur. Hemen her savaşta olduğu gibi bu iki devlet arasında olan savaşta taraflar sadece kendi pencerelerinden bakıyorlar. Bir ölüm kalım savaşı verildiği için empati tabii ki akla gelmiyor. Sonuçta taraflar sadece kendilerini haklı görüyorlar… Bu noktadan sonra saldırmak için bahane aramaya gerek yok… Zaten bu noktada bahanelerin önemi de yok. Çünkü hiç kimse çözüm istemiyor, barış istemiyor… Hele hele birlikte yaşamayı kimse aklına bile getirmiyor. Varsa yoksa ötekini yok etmek! Bunu başarabilense tabii ki daha güçlü olan, daha fazla canavarlaşabilen, daha fazla katliam yapabilen oluyor…
Yazımın sonuna gelmişken bizler için de bir şeyler söylemek istiyorum. Filistin’de yok edilen masumlara üzülüyoruz. Onları yok etmek için bütün imkânlarını kullanan İsrail’e kızıyoruz… Kendi çapımızda bu kanlı savaşa karşı durmak için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz… Buraya kadar her şey çok güzel… Ancak bu duygularımız ne kadar samimi? Bilemiyorum…
Nitekim bu duygularımız samimi olsa savaşa neden olan asıl şeyin, bencilliğin, zehirli bir sarmaşık gibi bizi de sardığını ve her geçen gün nefret dilini kullanarak kutuplaştığımızı görürüz! Eğer duygularımız samimi olsa en demokratiğimizin bile başkalarına saygı duymadığını, en basit konuda bile bencilce davranmaktan çekinmediğimizi, kendi çıkarlarımıza ters emelleri olanlardan nefret ettiğimizi fark edebilirdik!
Yanılıyor muyum?

13 Temmuz 2014 Pazar

İsrail Vatandaşlarının Can Güvenliği (!)

İsrail vatandaşlarının can güvenliği (!)

Günlerdir İsrail Filistin’e saldırıyor. Böyle deyince sanki karşıda bir ordu varmış gibi oldu. Aslında cümle şöyle olmalıydı: Donanımlı İsrail ordusu, Filistinli çocuklara,kadınlara, namazdan çıkan ya da sahuretmek için kalkan insanlara saldırıyor. Hem de kullanılması yasak silahlarla… Şu ana kadar 165 kişi hayatını kaybetti. Peki neden? Neden her zamanki gibi: “İsrail vatandaşlarının can güvenliği” (!)
İsrail saldırırken sözde “can güvenliği olmayan İsrail vatandaşları” ise bu saldırıyı canlı izliyor. Canlı derken “canlı yayın”dan falan değil… Çıplak gözle… Düğün, maç, tiyatro film izler gibi… Neşeyle! Artık ne kadar keyif alıyorlarsa sevinç çığlıkları, düşen her bombanın ardından yükselen masumların çığlıklarını bastırıyor… Öyle ki hiçbir muktedir, masumlara olanları duyamıyor…
Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler gösterilerek Yahudilerin lanetlenmiş bir millet olduğu iddia edilir. Oysa Allah, bir milleti lanetleyecek kadar acımasız değildir. Bu iddianın asılsızlığı ayetler bütünüyle düşünüldüğünde ortaya çıkıyor. Gerçekteyse lanetlenen, Yahudiler içindeki sapkın olan gruplardır… Tıpkı yukarıdakiler gibi!
Her toplumda sapkınlar vardır. Bazı toplumlarda ise sapkın sayısının daha fazla olduğu aşikâr. Bu noktada her şeye rağmen Yahudilere karşı sistematik bir katliam, soykırım, yapan Adolf Hitler’in de normal bir adam olmadığını söylemeliyiz, söyleyebilmeliyiz. Nitekim onun başladığı soykırımı yarım bıraktığı için hayıflananlar var. Ve bu insanlıkla bağdaşmaz… Kaldı ki bunun Filistinli masumlara bir yararı olmadığı gibi bizi “masumlar ölürken onları seyredenler”le aynı duruma düşürür…
Sosyal sınıfı ne olursa olsun bu ülkedeki herkes bir yerlerde acı çeken Müslümanlara veTürklere üzülüyor… Hem de her zaman… Sahura kalktığımızda bir yerlerde birilerinin son sahurunu yaşayacağını biliyoruz. İftarımızı ederken birilerinin yiyecek bir şey bulamadığını, yiyecek bulsa bile yemeye fırsat bulamayacaklarını hatırlıyoruz. Lokmalar boğazımıza diziliyor. Çocuklarımızı severken nice anne-babanın, evlatlarının cesedine sarılarak ağlaştığı geliyor aklımıza, mutluluğumuzdan iğreniyoruz. Keyifli bir anımızda birilerinin böyle keyiflenemediğini biliyor, insanlığımızdan utanıyoruz…
Bu noktada teknolojiye bir kere daha teşekkür etmek lazım. Nitekim teknoloji sayesinde büyük medya kuruluşlarının yayınla(ya)madığı bilgi, belge ve fotoğrafları iki tıkla öğrenebiliyoruz… Ve bu sayede mazlumlara reva görülen zulümlerden haberdar olup gaflet uykumuza ara verebiliyoruz…
Değinmek istediğim bir konu daha var. Boykot konusu… Ne zaman İsrail Filistin’e saldırsa hemen İsrail menşeli ürünleri boykot çağrıları dolaşıyor sosyal paylaşım sitelerinde… Gerçekten sağduyulu vatandaşlarımız da bu çağrıya destek veriyor. Piyasada hemen her sektörde bulunan İsrail menşeli ürünler kullanılmıyor, bir süreliğine… Bir yerde üzerine bomba yağdıran tanka taşatan Filistinli çocuk gibi oluyoruz… İşe yaramayacağını bilsek de tanka karşı taşla mücadele eden Filistinli çocuk gibi onurlu olmak istiyoruz…
Nasıl ki tanka karşı taş atan Filistinli çocuklar öfkelerini bir nebze olsun dindirmek için çaresizce taşlardan medet umuyorsa, biz de üzerimizdeki sorumluluktan kurtulmak için boykota sarılıyoruz. Ne de olsa hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Ama bu aynı zamanda kendimizi kandırarak vicdanımızı rahatlatma yöntemimizdir. Öyle olmasaydı televizyonlardan, ekranlardan evimize giren kolu-bacağı-kafası kopmuş Filistinli çocuk fotoğraflarını unuttuğumuzda İsrail ürünlerine olan boykotumuz da son bulmazdı.
Kendi adıma ne yapabiliriz diye düşünüyorum… Öncelikle dua etmeliyiz. Sonra bu boykot olayını sürekli hâle getirmeliyiz. Ama asıl olan boykot edilen ürünlerden daha iyisini üretmek! Çünkü ancak üreten güçlü olabilir… Ve gene ancak güçlü olan söz sahibi olabilir! Sonra sevmeliyiz… Önce birbirimizi… Sonra herkesi! Çünkü bence Yahudilerin bu kadar saldırgan olmasının iki ana nedeni var. Birincisi dünyada sadece kendilerinin var olduğunu düşünecek kadar bencil olmaları. İkincisi ise tarihte defalarca zulümlere maruz kalarak bilinçaltlarının şiddetle dolması...

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Zenginler Ölsün, Murat 131'den Selamün Aleyküm (!) ;)

Zenginler ölsün, Murat 131'den Selamün Aleyküm (!) ;)

İnternette dolaşan bir video var: Fakirlere “Fakirler ölsün, Porsche’dan selamlar!” diye beddua eden Porscheli Kız… İkinci videosu da çıktı… Bildiniz mi? Sizi gidi fakirler sizi! Tabii ki bildiniz… Çünkü günlerdir buna gülüyordunuz zaten… ;)
Hatırlarsanız aylar evvel ailesi karne hediyesi olarak milyarlık bot aldığında çok duygulanan bir çocuk vardı. Hani spiker çocuğa neden ağladığını sorduğunda “Anlayamazsınız!” demişti ya… İşte o “Anlayamazsınız” olayı ile bu “Porcsheli Kız” olayı birbirine çok benziyor. Yalnız bir fark var. Önceki fakirlerin bazı şeyleri “anlayamayacağını” ima ederken bu direkt ölmesini istiyor. O kadar yani, çok şey yapmayın… ;)
Videodaki kızın ne kadar zeki olduğunu bilemem… Normal hayatta normal mi (Fakirlerin ölmesini istiyor mu?) bir iki videodan kestiremem… Babası gerçekten çok mu zengin onu da bilemem… Esasında bütün bunlarla gerçekten ilgilenmiyorum. Güldük geçtik, o kadar. Zaten onun da istediği buydu, eğlenmek. Ama hep beraber eğlendik bu kez! Sonuçta “Everbody Facebook” yani.. ;) Bu da ne demekse artık… Kız videoda durup durup “Everybody Facebook” diyordu. Sanırım Facebook’taki herkese seslendiğini ifade etmeye çalışıyordu… ;) Neyse…
Yine de insanın aklına takılıyor bazı şeyler… Mesela bu kızı kim bu kadar sinirlendirdi? ;) Hayır o kadar lafı kime, hangi “kıskanç fakir”e dedi? O Porcshe'un müziği neden açılmıyordu? Dahası sıcaktan yanan kız Porcshe’un klimasını niye çalıştırmadı? Yoksa o araba Porcshe değil miydi? Yoksa, yoksa o araba çalıntı mıydı? İkinci videoda gerçekten özür dilemek mi istedi? Soy ismi Saf olan bu kız, soy ismi ile müsemma mı yoksa rol mü yapıyor? Üçüncü, dördüncü video gelir mi? Dahası Porcshe firması bu kıza reklam filmi çeker mi? Aklımda deli sorular… ;)
Nicedir internette okuduğum ya da izlediğim haberlerin altına bırakılan yorumları okumayı alışkanlık hâline getirdim. Gerçekten bu onlarca insanla empati kurmamı sağlayarak farklı bakış açıları kazandırıyor. Yine aynı şekilde herhangi bir habere toplumun nasıl tepki verdiği konusunda birincil ipuçları elde ediyorum bu sayede.
Bu ilginç videoları izlediğimde de aynısını yaptım. Her ne kadar benim gibi işin geyiğinde olanlar az değilse de çok büyük bir kısım fena sinirlenmiş. Görmediğim duymadığım hakaretleri, bedduaları,küfürleri bu videoların altında yorum olarak okudum, maalesef. “Maalesef” diyorum. Çünkü her ne kadar ortada memnun olunacak bir durum yoksa da eleştirdiğimiz bir şeyden çok daha kötüsünü bizim yapmamız doğru değil. Şakadan da olsa bizi aşağıladığını düşündüğümüz birine olmadık küfürleri etmek haklılığımızı gölgelemekten başka işe yaramayacaktır.
Netice itibariyle kızcağız “kendi çapında” şakalar yapmış… Ne kadar saçma görünse de çok kızmamak lazım. İnsanların insanları bir hiç uğruna öldürdüğü dünyada bu çok büyük bir hata değil. Ama… Aması “Porcsheli Kız” çektiği videoyu Facebook’a koymuş! İşte ölümcül hata! ;) İşin aslı şu ki… İnsanlar eleştirmeyi sever… Ve biz insanların bizi eleştirmesini istemiyorsak fikirlerimizi paylaşırken dikkatli olacağız. En azından herkesin rahatlıkla ulaşabileceğiplatformlarda paylaşmayacağız…
Allah zenginleri daha zengin etsin inşallah… Fakirler ise ölmesin, kâfi. ;) Gerçi “Porcshe” markasını doğru yazmak için bile dakikalarca uğraşmak zorunda kalan benim gibi fakirlere ölüm müstahak ya, neyse… ;)  
“Zenginler ölsün, Murat 131'den Selamün Aleyküm!” demek istemiyorum. Kıskanırlar, laf atarlar diye değil! Çünkü her fakir potansiyel bir zengindir. Tabii her zengin de potansiyel bir fakirdir. Kendi kendime beddua etmeye ne gerek var? Üstelik benim bir Murat 131’im bile yok… ;) Yine de buradan zenginlere seslenmek istiyorum: “Kimse fakirlerin kudretini test etmeye kalkmasın!” Aksi takdirde sizi daha çok kıskanmaya, size daha çok laf atmaya devam ederiz… ;) 

10 Temmuz 2014 Perşembe

Yeni Moda: Cami Yakmak (!)

Yeni moda: Cami yakmak (!)

Birkaç gün evvel Esenyurt'ta bir CaferiCamisi kundaklandı. Yanı başımızda bir örgüt kutsal mekânları yerle bir etme vaatlerinde bulunduğu sıralarda böyle bir olayın vuku bulması elbette manidar. Yine de birçok meraklısının aksine olaya sağduyuyla yaklaşarak olayı "kundaklama" diye tanımlamamak için kendimi çok zorladım. Ama camii imanın söyledikleri kundaklama olasılığını kuvvetlendiriyor, maalesef. İmamın dediğine göre daha evvel birileri gelerek “Siz Caferi’siniz, taşa tapıyorsunuz, caminizi yakacağız!” diye kendilerini tehdit etmiş. Bunun üzerine Cami İmamı polise giderek şikâyetçi olmuş.
Konu üzerindeki fikirlerime geçmeden evvel Caferiler hakkında biraz bilgi vermek isterim. Caferilik adını altıncı İmam Cafer-i Sadık’tan almıştır. Dört halifeden ziyade On İki İmam’ın aktardığı hadislere önem verirler. On İkinci İmam’ın çocukken kaybolduğuna ve Mehdi olarak geleceğine inanırlar. Yine Halifelik konusunda Hz Ali’ye haksızlık yapıldığına inanırlar. Beş vakit namaz esastır ancak öğle namazı ikindi ile akşam namazı yatsı ile cem edilir. Hz Muhammed’in torunu Hz Hüseyin’in Yezid ordusunca şehit edildiği Kerbela Caferilik’te önemli bir yere sahiptir. Namazlarda secdeye inildiğinde alın yere konulan Kerbala toprağından yapılan taşlara değdirilir. Sözde taşa tapma saçmalığı da buradan çıkmaktadır. Aslı yoktur. Ülkemizde de ciddi bir kitlesi bulunan Caferilik, İran’ın resmi mezhebidir.
Biz şu an 21. yüzyıldayız. Yanı başımızda kanlı bir örgüt İslam adı altında ölüm saçsa da… Anlı şanlı devletler kimi gizli kimi açık emellerini gerçekleştirmek için Ortadoğu’yu kan gölüne çevirse de… Dünyanın bir yerlerinde birileri zulüm görse de biz şu an 21. yüzyıldayız… Ve dünyanın büyük bir kısmı bizim aksimize bu yüzyıla yaraşır şekilde yaşıyor. Yani bizim yaşadıklarımız hiç ama hiç normal değil. “Neden bizim insanlarımız acı çekiyor?” yerine “Huzurun olduğu yerlerde ne var da bizim yaşadıklarımızı onlar yaşamıyor?” diye sormalıyız belki de… Ama bunu yaparken “dış güçler”i suçlamamalıyız hemen. Çünkü bu işin kolayı ve sadece bir savunma mekanizması, bence.
Aslında onlarda olup da biz de olmayan şeyleri hepimiz biliyoruz: demokrasi ve özgürlük… Yani bizim kültürümüzde öteden beri var olan “hoşgörü”nün türevleri… Ama bu sıralar bunu bizlerde görmek mümkün değil! Bırakın başka dinden-mezhepten olanı, saçını farklı yöne tarayanı bile hoş göremiyoruz artık. Öyle ki dünyada tek bir din olsaydı, tek bir millet olsaydı biz yine harp edecektik gibime geliyor… Çünkü mesele farklılıklarımız değil, hoşgörüsüzlüğümüz… Hoşgörünün daha somut hâli olan demokrasiye olan inançsızlığımız… Eğer bunlar bizde olsaydı insanların diline, dinine, teninin rengine saygı duyardık. Bunlardan herhangi birinden ötürü başkasının canına kast etme hakkını kendimizde gör(e)mezdik.
Her şeye rağmen bu “kundaklama”nın Ortadoğu’da birkaç yıldır süregelen iç isyanlara bir yenisini eklemek için çakılmış bir kıvılcım olduğunu düşünmüyorum. Bu topraklarda çok daha beter komplo teorilerinin can bulduğunu bilsek de bu “kundaklama”nın bir mezhep kavgası çıkarma amaçlı olduğuna inanmıyorum, inanmak istemiyorum. Gerçekten mezhep savaşı çıkarmak isteyen kötü insanlar, kundaklama için Caferiler yerine daha kalabalık kitlelere sahip mezheplerin-tarikatların ibadethanelerini seçerdi, bence. Yine de basit bir durum olmadığı açık. Nitekim Allah’ın evine hem de Ramazan Ayı’nda saldırılması başlı başına vahim bir durum zaten… Yanmış Kuran-ı Kerim’leri görmek insanları çileden çıkarmaya yetiyor açıkçası. O sebeple sonuna kadar araştırılmalı. Aksi durumda komplo teorileri, bir yerde haklı olarak, üretilmeye devam edilecektir.
Son olarak güzel işler yapanların hep güzel anılacakken, kötü işler yapanların hiçbir zaman hatırlanmayacağını belirtmek isterim. Gerçekten yazıyı yazmadan evvel dünyada ilk yakılan caminin hangisi olduğunu merak ettim nedense. Her şeyi bilen “Google” bile bilemedi bunu. Hâlâ da merak ediyorum doğrusu. Ama yine de böyle bir kötülüğü ilk yapanın kim olduğunu öğrenemediğim için çok üzülmedim. Aksine mutlu oldum. Tarihin kötüleri unutabilmesi de güzel bir şey diye düşünüyorum. Yapanların, yazanların, sevenlerin adlarının daim olurken; yıkanların, yakanların, nefret ettirenlerin adının unutulması çok güzel, her şeye rağmen… 

3 Temmuz 2014 Perşembe

Hoca Kısmının Maaşı (!) ;)

Hoca kısmının maaşı (!) ;)

Ramazan Ayı'nın kendine özgü adetleri vardır. Bunların bir kısmı en başından beri vardır ve olmazsa olmazdır. Bir kısmı ise sonradan eklenen adetlerdir. Sonradan eklenenler kültürden kültüre değişkenlik gösterebilmektedir. Mahyalar, Hacivat ile Karagöz, Ramazan Çadırları vb. bizim kültürümüzde yer alan adetler olsa gerek...
Son yıllarda ise her kurum kendilerince Ramazan'a özel adetler oluşturmaktalar... Gerçekten artık bankalar Ramazan'a özelkrediler sunuyor. Yine aynı şekilde en alakasız TV bile Ramazan'a özelprogramlar yapıyor... En "gâvur"belediyelerimiz bile iftar sofraları kuruyor... ;) İrili ufaklı bütün mağazalarda indirimler oluyor. Hani deyim yerindeyse Ramazan'da kampanya yapmayan esnafı dövüyorlar artık! ;) İşin şakası bir tarafa bütün bunlar sözsüz bir anlaşmanın gereğiymişçesine uygulanıyor...
Her ne kadar çoğu zaman "zalım" kapitalizmin dinimizin şartlarından biri olan "oruç tutmak"ı da kendi emellerine alet etmesi zorumuza gitse de... Biz de çoğu zaman bu uygulamalardan yararlanıyor hatta bu uygulamaları yapmayanları ayıplıyoruz... Bütün bunlar olurken ipler iyice kapitalizmin eline geçiyor ve biz eğrilerle doğruları karıştırıyoruz... "Yanlış" olanları görmediğimiz gibi aynı "yanlış" bir anda "doğru" olabiliyor! Gerçek "doğru"yu ise arayan bile olmuyor! Sonuçta Ramazan'da olduğumuzu unutuyor, âdeta Ramazan'ın ruhuna fatiha okuyoruz, hep beraber!
Ramazan'a özel program yapmak artık TV'ler için bir Ramazan adeti. Ve bu programlar içindeNihat Hatipoğlu'nun sundukları ayrı bir yere sahip! Katılmayanlar olabilir tabii... ;) Kendisinin dini bilgisi ne kadar yeterlidir, bilemem. Bildiklerini kendi hayatında ne kadar uyguluyor, onu da bilemem. Hizmeti karışılığında bir ücret alıyor mudur, alıyorsa ne kadar alıyordur; bunu da bilemem ama herkes gibi yorum yapabilirim! ;) Gördüğünüz üzere konu üzerinde çok bilgi sahibi değilim. Ama memleketin bütün meseleleri hallolmuşçasına onun aldığı maaşa takılmanın doğru olmadığını çok iyi biliyorum!
Öncelikle şunu belirteyim, İslâm alimleri ne der bilmiyorum ama bence alimlerin verdikleri hizmet karşılığında ücret almalarında bir sakınca yok. Sonuçta adamların tek sermayesi ilimleri. Üstelik adamlar alim, peygamber değil! Eğer hayatlarını devam ettirmek için ilimlerini değerlendirmeleri yanlışsa imamları ne yapacağız? ;) Peki ne kadar kazanabilirler, ne kadara kadarı makuldur?Futbolcuların, sanatçıların milyonlar kazandığı bir dünyada ilme paha biçilemez bence... Sizce? ;)
Nihat Hatipoğlu, basında bahsedildiği kadar çok para kazanmadığını avukatı aracılığıyla açıkladı. Ancak keşke basına yansıyandan daha çok para kazansaydı! Gerçekten ilmin bu kadar değerli olmasının neresi kötü olabilir ki? ;) Şimdi birileri "Din simsarlığı yapılması doğru değil!" falan diyecektir... Onlara naçizane önerim: Önce kendi hayatımızda herhangi bir şeyin simsarlığını yapmadığımızdan emin olalım. Sonra konuşalım, bence. Öyle ya "İğneyi kendinize, çuvaldızı başkasına batırın!" diye dememişler boşuna! ;)
İşin aslı sorun hocanın aldığı paranın miktarı falan değil. Sorun, biziz. Hocayı kıskanıyoruz. Ama kazancından ziyade ilmini kıskanıyoruz. İlminin karşılığını alabilmesini kıskanıyoruz... Doğruyu söyleyerek de yaşayabilmesini kıskanıyoruz... Biz dünyanın "yanlış"larına o kadar alışmışız ki "doğru"yu söyleyebilenlere bu dünyada güzellikleri layık göremiyoruz... Onların hakkı ancak öbür dünyada verilebilir diye düşünüyoruz. Hem bu dünyada hem öbür dünyada ödüllendirilmelerini kaldıramıyoruz... İşte en çok da bunu kıskanıyoruz! ;)

23 Haziran 2014 Pazartesi

Boş Konuşmak ve Dünya Kupası! :)

Boş konuşmak ve Dünya Kupası! :)

“İnsan konuşabilen bir hayvandır.” derler.Evrim teorisi karşıtları şimdiden bırakmışlardır yazıyı okumayı. Evrim Teorisi karşıtı olup da yazıyı bırakmayanların gönlünü almak için ufak bir açıklama daha yapayım. ;) Bu fikirAristo’ya atfedilir. Ve burada “hayvan”dan kasıt, canlıdır.  Gerçekten insanı diğer canlılardan ayırt eden şey dili ve aklıdır. Her ne kadar ikincisini pek kullanmasak da ilkini kullanmayı pek seviyoruz. Yoksa büsbütün havana bağlardık… ;)
Konuşmayı pek seviyoruz ancak istisnalar yok değil. Ama bu istisnaların kaide üzerinde tahrip gücü olmadığını biliyoruz.Konuşmayı sevmekte bir beis yok elbette. Ancak her konuda konuşmak, her konuda tek karar mercisiymişçesine ahkâm keserek konuşmak biraz sıkıntılı… Her ne kadar hemen her konuda söyleyecek sözü olmak entelektüelliğin bir gereği olarak görülebilse de bilmişliğin âlemi yok! ;)
Bunları hemen her konuda konuşmayı, başka bir deyişle atıp tutmayı, seven biri olarak söylüyorum. ;) Birtakım konularda fikirlerimizi beyan etmek, insanlarla iletişim kurmak hatta bazen sadece hoşça vakit geçirmek amacıyla konuşmanın elbette hiçbir sakıncası yok! Sakıncalı olan boş konuşmalarımızdır… İnsanlara zarar veren peşin hükümlü konuşmalarımızdır… Sakıncalı olan bilgisiz oluğumuz konularda yanlış bilgiler veren hatta yanlışları doğru gibi gösteren konuşmalarımızdır…
Son söylediğimi hemen her alanda görebilirsiniz… Tabii özellikle siyasette! Eğitimde, ekonomide, sağlıkta, sanatta, sporda… Tabii burada en rahat atıp tutulan konuların siyaset ve spor olduğunu söylememe gerek yok herhâlde! Gerçekten iki keçi güdemeyen insanların memleketin dış siyasetini beğenmediğini, iç siyasetteki dalgalanmaları bir gecede halledebileceğini iddia ettiğini çok görmüşsünüzdür… Ya da hayatında hiç futbol oynamayan birinin gol kaçıran forvetin annesine, kardeşine, karısına, kızına nasıl küfürler ettiğine şahit olmuşsunuzdur… İşte sakıncalı olan, boş olan, saçma olan bu tarz konuşmalar aslında… Ve işte yine bu konuşmalardır insanın aslında konuşabilen bir hayvan olduğu fikrini doğrulayan! Haksız mıyım? ;)
Bütün bunları bana yazdıransa Brezilya’daki Dünya Kupası Finalleri! Hani şu bizim milli takımızın gidemediği finaller! Hani şu bizim beğenmediğimiz hakemin, Cüneyt ÇAKIR’ın,  maç yönettiği finaller! ;)
Bir düşünün… Kaç senedir bir şike muhabbetinin içindeyiz, çıkamıyoruz. Dünya çapında üç tane futbolcumuz, bir tane takımımız yok! Beş para etmez adamlara milyonlar veriyoruz. Futbol mutbol hak getire… Kalkmışız hakemlere laf ediyoruz. Akşamdan sabaha onları konuşuyor, rezil futbolumuzun nerdeyse tek suçlusu olarak onları görüyoruz. Hatta çoğu zaman suçun büyüğünü de hakemlerin en iyisinde buluyoruz… Derken…
Seksen milyon evde otururken bir tek Cüneyt ÇAKIR dünya Kupası’na katıldı. Ve seksen milyonu tanımadığı takımları desteklemekten o kurtardı. Gerçekten normalde bizim şu anda Müslümanülkeleri ya da öteden beri bize sempatik gelen Asya veya Güney Amerika ülkelerini takip ediyor olmamız gerekirdi. Ama bu sene Cüneyt ÇAKIR’ı takip ediyoruz. Buna da şükür… Hatta çok şükür! ;)
Taraftarı, futbolcusu hatta yorumcusu… Onu acımasızca eleştirenlerin hepsi gizliden gizliye onun maçlarını izliyor ve göğsünün kabarmasına engel olamıyor! Gerçekten zaman zaman eleştirinin dozunu ayarlayamayanlara bundan büyük ceza olmasa gerek! ;) Başkalarını bilmem ama onu izlerken en az milli takımı izliyormuş gibi mutlu oluyorum, gurur duyuyorum. Netice itibariyle konuşmak iyi hoş, tamam. Ancak ne demiş Ziya Paşa? “Ayinesi iştir kişinin lafına bakılmaz!” ;)

19 Haziran 2014 Perşembe

IŞİDsek De Unutacağız (!)

IŞİDsek de unutacağız (!)

Memlekette üzücü olaylar olduğunda gerekenleri yapmasak da insanlık gereği hep beraber üzülmeyi ihmal etmiyoruz. Hatta dünyanın öbür ucundaki acılar için bile üzülüyoruz, doğal olarak. Ancak üzüldüğümüz, kahrolduğumuz olayları kısa sürede unutuyoruz.
Birçokları gibi bunu ben de eleştiririm öteden beri. Gelgelelim son günlerde yanıbaşımızda vahşice kıyım yapanları görünce bazen unutmaktan başka çaremiz olmadığını düşünür oldum. Gerçekten o kadar çok kötü şey yaşıyoruz ki... Elimizden de bir şey gelmeyince unutmaktan başka çaremiz kalmıyor, maalesef... Soma'nın gündemimizden çabucak çıkmasının nedeni bu çaresizliğimiz olsa gerek... Öte yandan acıları öylece unutmaktan daha kötü bir şey var... İnsanlar vahşice öldürülürken "Görmedim, IŞİDmedim!" demek, diyebilmek...
Yanı başımızda vahşi bir örgüt, fikirlerini yaymak için çağ dışı yöntemlere başvuruyor. Her gittiği yerde katliam yapıyor. En kötüsü ise bunu İslâm adına yaptığını söylüyor. Dünyanın başka yerlerinde buna benzer bir sürü saçmalık vuku buluyor. Oysa 21. yüzyıldayız. Yani insanlık bu olayların olabileceği yüzyıllardan çok ama çok ilerde. Ama insanlığın bundan haberi yok sanki. :( "Bu çağda nasıl olurda böyle şeyler olur?" diye sorduğumda aklıma bir fıkra geliyor...
Bir tavşan her gün eczaneye gidip "Havuç var mı, havuç?"" diye soruyormuş. Eczacı da her gün sabırla "Yok!" diyormuş. En sonunda bir gün eczacı sıkılıp tavşanı dövmüş, dişlerini de bir güzel kırmış... Tavşan ertesi gün yine gelmiş ve... "Havuç suyu vay mı, havuç suyu?" diye sormuş! :)
Yapabilecekleri sadece öldürmekle sınırlı olanlar da tıpkı bu tavaşn gibiler... Yerin, zamanın hiçbir önemi yok. Her ne şartta olursa olsun öldürmeye odaklanmışlar... Şartlar ne olursa olsun, amaçları ya da bahaneleri ne olursa olsun bildikleri tek şey öldürmek... Ve bunun yegâne nedenicehalet! Bu tip insanlara ne şartları sunarsanız sunun cahilliklerini kullananarak onları boş vaatlerle kandıranların emelleri için öldümeye devam edeceklerdir.
Gerçekten bu örgütlere katılanların çok ama çok azı eğitimli kişilerdir. Yoksa eğitimli, aklı başında hiçbir insan evladı günahsız insanları öldürmeye Allah'ın rızası olacağını düşünemez... Cehalet denizlerinde boğulmayan hiçbir insan amacını unutup düşmanının karısının, kızının ırzına geçmek için fetvalar vermez... Ama bir insan cahilse... Her şeyi ama her şeyi yapma potansiyeline sahiptir! O yüzden M. Kemal'in dediği gibi "Cehalet, yenilmesi gereken asıl düşmandır!" 

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Ölüyoruz... Çünkü Ehil Değiliz!

Ölüyoruz... Çünkü ehil değiliz!

301 madencinin hayatını kaybettiği Somafaciasının üzerinden nerdeyse bir hafta geçti. Yangının trafo patlaması sonucu değil kömürün kendi kendine yanması sonucu çıktığı anlaşıldı. Faciayla ilişkili olarak onlarca kişi göz altına alındı, tutuklananlar oldu. Elbette hiçbir tutuklama ya da hiçbir ceza hayatını kaybedenleri geri getirmeyecek... Hatta bütün bunlar ateşdüşen evlerde, gerçekten yas olan evlerden bahsediyorum, yüreklere en ufak bir su serpmeye bile yetmeyecek.
Ama bir şeyler doğru yapılırsa bu faciaların devamı gelmeycek, bu ölümler en aza indirilebilecek... Tıpkı gelişmiş ülkelerdeki gibi... Tıpkı insana değer verilen ülkelerdeki gibi... Tabii bir şeylerin doğru yapılabilmesi içinse her işin ehline bırakılması gerekiyor...
Facianın üçüncü günü bir misafirlikte ev sahibi rast gele kanal değiştirirken kulağımıza aşina olan birkaç kelime, (madenci, yaşam odası, Soma, ILO 176, facia...) duyduk... Bunun üzerine kanal değiştirmeyi bırakıp ekrana yoğunlaştık.
Bir masada birkaç kişi oturuyordu. Biri hariç beyaz giymişlerdi. Hepsi de çok gergin ve yorgundu. Önlerinde mikrofonlar ve karşılarındaysa bir kalabalık vardı. Bağıra çağıra bir şeyler soran kalabalığa, yine bağıra çağıra laf yetitştirmeye çalışıyorlardı. Masada oturanlardan yanındakilerin aksine beyaz giyinmeyeni tanıyıverdim önce. Facianın meydana geldiği madenin sahibiydi. Onu tanıyınca kalabalığın da ölen maden işçilerinin yakını olduğunu düşündüm önce. Ancak hassas bir zamanda böyle bir toplantının çok tehlikeli olacağını idrak edince birbirlerinin sözünü keserek sorusoranların gazeteci olduğunu hayretle anladım.
Aslında dikkat çekmeye çalıştığım duruma mahalle kahvelerinden ya da dost sohbetlerinden vakıfsınız. Bu tarz ortamlarda konu ne olursa olsun ağzı olan konuşur... Hele de konu futbolsa... Bazen bu tarz sohbetlerde bile yadırgayacağımız bu insanların gerçekten önemli işlerin başına geçebilmesi ise çok garip. Oysa iş ehline verilmeli. Ve bir işte ehil olmak demek sadece konuşmak demek değil! Hatta gerçekten bir işi yapmak için sadece o işle alakalı okumak, yazmak, eğitim almak, tecrübe edinmek vs bile yetmez. Bütün bunlar bir aradayken anlamlı olabilir çünkü...
Soma'da bir kaza faciaya dönüştü. Yüzlerce kişi hayatını kaybetti. Demek ki ehil olmayan birileri bir yerlerde bir hata yaptı. Ki bu sektörde hata ölüm(ler)e davetiye çıkarır. Oysa işler her noktada ehline bırakılmış olsaydı bütün bunlar olmayacaktı.
Ancak ne yazık ki ülkemizde buna dikkat edilmiyor... Herkes her işi yapıyor... Herkes harhangi bir bahaneyle herhangi bir işi yapmaya koyulabiliyor. Atanamayan öğretmen polis oluyor, eylemde kontrolünü yitiren polis hakim... Avukat siyaset yapıyor, siyasetçi başka iş peşinde koşuyor... Parası olan müteahhit oluyor, mühendis memur olmaya çalışıyor... İşi rast giden maden açıyor, işi olmayan orada işe giriyor... Birileri bir yerlerde ölüyor ama haber peşinde koşması gereken gazeteciler mağdur yakınlığına hatta hakimliğe soyunuyor...
Sonuç olarak... Ya hiç kimse işinde ehil değil ya da hiç kimse ehil olduğu işte değil... Bir yerlerde birilerinin hiç uğruna ölmesi biraz da bundan...

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...