12 Aralık 2014 Cuma

Öğretmenin Psikolojisi


Birkaç gün önce Mersin'de bir öğretmen, eski eşini öldürdü. Hem de boğazını keserek.... Daha önce de öğretmenlerin eşine ya da ailesine şiddet uyguladığı hatta canına kast ettiği haberler duymuş olsak da bu derece vahşet içeren bir olayla ilk defa karşılaşıyorduk. O yüzden bu haberin büyük yankı uyandıracağını, bütün paydaşların olayı enine boyuna inceleyeceğini düşünmüştüm. Fakat hiç kimse kılını bile kıpırdatmadı tabiri caizse. Yanı başımızdaki bir örgütün bu eylemi günlük bir ayin hâline getirmesinden midir nedir bu haber, sadece üçüncü sayfa haberi olmakla kaldı!
Baktım ki kimse bu olayın üstüne gitmiyor... Baktım ki herkes sözleşmişçesine "bilip de bilmememizlikten" geliyor... Gönlüm bu haberin sıradan bir "üçüncü sayfa" haberi olarak kalmasına el vermedi. Ve ben bir şeyler yazmaya karar verdim.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki yazımın çıkış noktası olan elim olay hakkında bir bilgim yok. Ben sadece içeriden biri olarak benzer olaylarda öğretmenlerin yer almasının nedenleri konusunda ip uçları vermeye çalışacağım.
Modern hukukta "Zaten o sıralar psikolojim bozuktu..." deyince cezanın yarısının kendiliğinden kalktığını hepimiz biliyoruz. Ancak milletin psikolojisini bozarak milleti katil eden olayların birçoğunun öğretmenlerin başına zaten gelmekte olduğunu çok azımız biliyoruz. Bu noktada şunu da söylemek istiyorum. Suç işleyen, şiddet uygulayan sebebi ne olursa olsun cezasını çekmeli. Yoksa kafası her bozulduğunda kendisine ve etrafındakilere şiddet uygulayanlardan geçilmez. Ancak bu tür olayların asıl nedenlerini incelemeden, sorunların nedenlerini ortadan kaldırmadan hangi cezayı verirsek verelim bu tür olayların sonunun gelmeyeceği de bir gerçek.
Her şeyden önce öğretmenler öğretmenlik okurken çoğu zaman gerçek şartlarla alakası olmayan bir eğitim alıyor. Son derece donanımlı sınıflarda, son derece donanımsız şartlar için hazırlanıyorlar. Dört yıllık üniversite hayatının nerdeyse tamamı toz pembe bir simülasyondan ibaret... Bu durum özellikle sınıf öğretmenleri için geçerli. Üniversitede mesleğin gerçeklerine sadece dersi anlatan üniversite hocalarının anılarında rastlamak mümkün, maalesef!
Okul bittikten sonra malum bir KPSS süresi var. Ancak ona değinmeyeceğim. Çünkü bu konudan haberi olmayan birinin hâlâ var olduğunu, olabildiğini düşünmüyorum.
Finlandiya şartlarındaki okullarda öğretmenlik yapacakmış gibi eğitim aldıktan ve de KPSS'yi geçtikten sonra nihayet öğretmen olarak atanınca, dertler biteceğine artarak gelir. Bu dertlerin başında elbette "gelir" gelir. Öğretmen, öğrencilik yıllarında bitip tükenmeyecek gibi görünen öğretmen maaşının yalnızca adı olduğunu ayın sonunda acı şekilde öğrenir. Bu durum bir karabasan gibi her ay tekrar eder!
Hele aileden bir destek yoksa... Hele öğretmen, ailenin büyüğü ise... Ailesinin umuduysa... Hele hele eşi de çalışmıyorsa... Hele evinde hastası varsa... İsyan etmeye başlamıştır artık!
Zamanla mesleğini kabullenir, her şeye rağmen bu kutsal mesleğin hakkını vermeye çalışır. Ancak bir süre sonra körelir. Fakat bunu fark edemez. Fark etse bile hayatla öyle sıkı bir mücadele içindedir ki en son düşüneceği şey kendini geliştirmektir. Köreldiğinin farkında olmasına rağmen emekli olup kurtulamaz! Çünkü emekli olunca geliri yarı yarıya düşer. Velev ki bunu göze aldı diyelim. Yine emekli olamaz! Çünkü mevcut sistem "Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum." diyen Hz Ali'ye inat bizzat öğretmeni kırk yıl köle yapmaktadır. Gerçekten bir öğretmenin emeklilik maaşını almak için kırk yıl çalışması gerekiyor...
Bunların yanı sıra öğretmenlerin hiçbir şekilde güvenliği yok. Dağın başında çalışan öğretmenlerden bahsetmiyorum sadece. Metropollerin göbeğinde yaşayanlar bile her tür şiddetin hedefi durumunda.
Bir çırpıda aklıma gelen öğretmen sorunlarını yazdım. Atama, tayin, eş durumu mağdurları, yıldırma, veli baskısı, öğrenci saygısızlığı ve daha nicesine değinmedim. Şimdi bu sorunlara ve benzerlerine her meslekte rastlanıldığını söyleyenler olacaktır mutlaka, haklı olarak. Ancak en değerlilerimizi, çocuklarımızı, emanet ettiğimiz öğretmenlerin psikolojisi diğerlerinden hiç olmasa bir tık daha önem arz etmeli, bence. Çünkü çocuklarımız, sadece bizim canımız değil aynı zamanda geleceğimizin ta kendisidir! Ve öğretmenler onlara neyi öğretirse, onlar onu yapacaktır!
Sonuç olarak bahsettiğim sorunların çoğunu yaşamasam da tamamını yaşayan onlarca arkadaşım var. Her ne kadar hiçbiri bir suça bulaşmasa da bu dediğim sorunlar giderilirse psikolojileri daha düzgün olacak... Psikolojileri düzgün olunca mutlu bireyler olacaklar... Mutlu aileleri olacak... İşte o zaman öğretmenler de şiddete meyli olmayan, mutlu bireyler yetiştirebilecekler...

11 Aralık 2014 Perşembe

Şûra Kararları ve Osmanlıca

Şûra kararları ve Osmanlıca

Bildiğiniz üzere geçtiğimiz hafta 19. Milli Eğitim Şûrası yapıldı. Her ne kadar sadece birkaç tartışmalı karar basında kendine yer bulsa da şûrada tamı tamına 179 karar alındı. Bu kararların çoğu son derece olumlu kararlar olmasına rağmen birkaç malûm kararın gölgesinde kaldı. Dileyen kararların tamamına MEB'in sayfasından ulaşabilir. Ben burada tartışmalı kararlardan yalnızca birini, Osmanlı Türkçesi Dersini, ele alacağım. ;)

Yazıya devam etmeden önce kamuoyunun hatta bizzat öğretmenlerin yanlış bildiği bir konuya değinmek istiyorum. Milli Eğitim Bakanlığı'nın en yüksek danışma kurulu olan Milli Eğitim Şûrası'nın kararlarının bağlayıcılığı yok! Nitekim şûrada alınan nice güzel kararın hayata geçemediğini çok iyi biliyoruz. ;) Örneğin bir önceki şûrada "24 Kasım Öğretmenler Günü'nün kutlandığı ay öğretmenlere birer maaş ikramiye verilmesi ve ek ders saat ücretinin 12 TL'ye çıkarılması" önerisi benimsenmişti. Ancak öyle bir şey olmadı. Şahsen hâlâ yakınlarıma 24 Kasım'da ikramiye almadığımızı anlatmaya çalışıyorum. ;) Ama kimseyi inandıramıyorum! Bu arada ek ders saat ücreti de hiçbir zaman 12 TL olmadı! Hâlâ bile! ;) Özetle şûra kararlarının bağlayıcılığı yok ama inandırıcılığı çok! ;)

Doğru bilinen bir yanlışın, yanlışlığını iyice vurguladıktan sonra devam edelim... ;) Bağlayıcı olmamasına rağmen şûrada alınan kararlar tavsiye niteliği taşıdığı için milli eğitime yön vermektedir. Alınan kararlar MEB'in ilgili birimlerine gönderilir. İlgili birimler uygun görürlerse uygulamaya geçilir. O yüzden bu kararları tümden yabana atmak da mümkün değil! ;)

Birbirinden çelişkili bilgiler verdikten sonra gelelim yazımın asıl bölümüne. ;) 19. Milli Eğitim Şûrası'nda "Osmanlı Türkçesi dersinin sosyal bilimler lisesinde olduğu gibi, Anadolu imam hatip lisesinde de zorun ders olarak, diğer ortaöğretim kurumlarında ise seçmeli ders olarak okutulması"yönünde bir karar alındı. Tabii yer yerinden oynadı, hemen saflar tutuldu.

Bir tarafta dedesinin mezarını okuyamadığından ve İngilizce zorunlu okutulurken Osmanlıca'ya karşı olunmasından yakınanlar yer aldı. Dedesinin mezarının yerini bilmeyenler ile zorunlu İngilizce derslerinden yüksek notlarla geçtiği hâlde doğru dürüst İngilizce bilmeyenler de bu tarafta yer aldı maalesef... ;)

Diğer tarafsa her şeyden önce Osmanlı'yı ata olarak kabul etmiyor. Hem de başta M. Kemal olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucularının tamamının da Osmanlı olduğunu unutarak... ;) Tabii bu taraftakilerin bir de önerisi var. Atalarımıza sahip çıkmak için Göktürkçe'yi öğrenmeyi öneriyorlar. Üstelik bu dersin zorunlu olmasından bile gocunmayacaklarını da ifade ediyorlar. ;)
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum. Yeterli alt yapı oluşturularak en az bir yabancı dil zorunlu olmalı. Hatta belli okullarda iki yabancı dil zorunlu olmalı. Ancak ille bir dil diretilmemeli.Öğrencilere seçme şansı verilmeli. Bu noktada "dünya dili İngilizce" tabusunun yıkılması şart! ;)

Osmanlıcaya dönecek olursak... Kurduğumuz en büyük devletin dilini öğrenmeyi isteyenlere saygı duyuyorum. Ama samimi bulmuyorum. Osmanlıca gibi şu an kullanılmayan bir sistemin zorunlu olması doğru değil çünkü. Şahsen çocuklarımın da Osmanlıca öğrenmesini istiyorum. Ancak dayatmayla değil! Nitekim salt dayatmayla onca çabaya rağmen bu gün İngilizce öğretmenlerimizin bile doğru dürüst İngilizce konuşamadığı bir gerçek. O bakımdan Osmanlıca Türkçesi konusunda doğru karar alındığını düşünüyorum. Yani ilgili okullarda zorunlu, diğerlerinde isteğe bağlı...

Ancak bu imkân sunulurken ille Osmanlıca diye diretilmesi de yanlış. Söz konusu atalarımızsaGöktürkler de bizim atamız, Uygurlar da... Keşke yeterince imkân sağlansa da aynı seçme şansımızı Göktürkçe için, Uygurca için de kullanabilsek... Çünkü onlar da biziz... Hem ne demişAtatürk? "Türk, övün, çalış güven!" Övünmek için de evvelâ tanımamız gerek... Tanımak için de öğrenmek şart!

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bu fikri abartarak ortaya atanların da anlamadan dinlemeden reddedenlerin de derdinin Osmanlıca değil güç mücadelesi olduğunu düşünüyorum. ;) 

9 Aralık 2014 Salı

Önce İş Güvenliği Mi Yoksa İşçi Güvenliği Mi?

Önce iş güvenliği mi yoksa işçi güvenliği mi?

Maden gibi insan canının her an risk altında olduğu sektörlerde en basit hatalar bile ölümle sonuçlanabildiği için iş güvenliği deyince aklımıza hemen maden sektörü geliyor. Hatta sadece o sektör geliyor! Oysa ülkemizde inşaat sektöründe de basit hatalar yüzünden insanlarımız ölüyor. Tersanelerde de başka ülkelerde keyifle yapılan çalışmalar bizde ölümle sonuçlanıyor. İtfaiyecimiz, askerimiz, polisimiz, sporcumuz hatta sanatçımız basit hatalar yüzünden kendilerine zarar veriyor, sağlıklarından hatta hayatlarından oluyor. Tabii bu hatalar kimi zaman yasa koyucudan kaynaklanırken kimi zaman da bizzat çalışanların vurdumduymazlıklarından ileri geliyor.
Hiçbir sektörde kurallara doğru dürüst uyulmuyor. Eğitimden sanayiye, bankacılıktan sağlığa,tarımdan madene... Aklınıza gelebilecek hiçbir sektörde işler hiçbir zaman doğru bir şekilde yapılmıyor. İşin aslı böyle ama işler bir şekilde kitabına uyduruluyor. Yetersiz de olsa doğruları emreden, yanlışları yasaklayan yasaların arkası bir şekilde dolanılıyor. En kuralcılar bile bir şekilde ikna ediliyor. Bu ikna etme işi rüşvetle falan da yapılmıyor çoğu zaman. Bu konuda bir bilinç olmadığı için hepimiz potansiyel vurdumduymazız zaten. Sadece uygun şartların oluşmasını bekliyoruz. Başlarda her şeyi dört dörtlük yapsak da... Bir süre sonra biz de "Aman... Boş ver!" demeye dünden hazırız aslında. Bu yüzden işler rayından çıkana kadar kimse kuralsızlığa itiraz etmiyor.
Ancak iş işten geçince... Devlet de duruma müdahale ediyor bizzat iş veren de... O güne kadar susan Sivil Toplum Örgütleri de yaygarayı basıyor, medya da... Hatta bizzat hatayı yapan da aslında işin doğru yapılmadığını ifade ediyor.  Trajikomik olansa bütün paydaşların iş işten geçince işin o güne kadar nasıl kazasız belasız geldiğine hayret etmesi! Tabii bu hayret kısa süreli bir hayret. Üstelik yalancı bir hayret! Sahte bir hayret! Çünkü bir süre sonra her şeyi unutup en baştaki kuralsız hayatımıza geri dönüyoruz. O müdahaleler, yaygaralar, itiraflar hepsi bir dahaki kazaya kadar unutuluyor.
Her sene onlarca, yüzlerce can(ımız) madenlerde yitip gittiği için sadece maden sektöründe iş güvenliği olmadığını sanıyoruz. Oysa bu zihnimizin bize oynadığı bir aldatmaca, basit bir mantığa büründürme. Gerçekteyse diğer sektörlerdeki iş güvenliğinin, aslında iş güvensizliğinin desek daha doğru olur, durumu maden sektörüyle aynı. Fakat biz sadece maden gibi can kaybı olan sektörlerde iş güvenliği olmadığını sanıyoruz. Sadece madenlerde ölen insanların güvensiz ortamlarda çalıştığına kendimizi inandırıyoruz.
İşin içinde insan canı olduğu için vicdanlarımız rahat olmuyor, rahatlatmaya koyuluyoruz hemen. "Yok şöyle olsaydı madenciler ölmezlerdi!" de "Böyle olunca şöyle oldu..." da gibi konuşmalarla işin doğasında ölümün olduğuna kendimizi inandırarak vicdanımızı rahatlatmaya çalışıyoruz. Milletçe kamuoyu oluşturuyor, birbirimize kızıyor, işi birilerine yıkıp, biraz ahlayıp vahlıyoruz... Yeterince günah çıkardığımıza ikna olunca unutuyoruz her şeyi. Unutuyoruz Somaları,Ermenekleri... Tersanelerde ölen, asansörden düşen işçileri... Okullarda bıçaklananöğretmenleri, hastanelerde darp edilen doktorları... Onlarca sektörde yitip giden yüzlerce canları(mızı)...
Daha fazla acı yaşamamak için yapılması gerekenlerin neler olduğunu bilen uzmanlar var elbette. Onlara sorulmalı, onların göstereceği bilimsel yollar izlenmeli şüphesiz. Ancak bence asıl sıkıntı, odak noktamızın insan olmaması! Gerçekten "İşçilerin iş kazalarına uğramalarını önlemek amacı ile güvenli çalışma ortamını oluşturmak için alınması gereken tedbirler dizisine" 'İş Güvenliği' deniliyor. İçeriğe bakarsanız insanın önemsendiğini düşünebilirsiniz bir an için. Ama insanın önemsendiği bir kavramın adı, neden iş güvenliği olur ki? Neden olacak? Çünkü amaç insan değil, iş! Yani ürün, yani çıktı, yani para...   

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...