13 Aralık 2010 Pazartesi

Silahlara Veda


Türkiye, yaklaşık otuz yıldır bir ateşin içinde. Öyle bir ateş ki hemen her gün bir ananın yüreğini dağlıyor, bir evlâdı yetim, genç bir eşi kocasız bırakıyor... Ve maalesef bu ateşi söndürmeye, silahlara veda etmeye, gözyaşları yetmiyor. ‘Açılım’la takviye yapıldı, mehteran takımının ilerleyişini aratmayan adımlar atıldı. Ancak çözüm hâlâ çok uzak! Ve çözemediğimiz bu şeyin bir adı bile yok! Kim, kime düşman anlamak çok güç. Hele herkesin barış istediği düşünülürse, çözümsüzlüğün neden olduğunu anlamaksa daha bir güç…
Kimse istememesine rağmen savaş olması sadece bize özgü değil. Bu durum dünyada da aynıdır. Çünkü silah tüccarları o kadar hırslı ki onların liberalliği dil, din, ırk, ülke, kıta tanımıyor… Gözleri öyle dönmüş ki ürünlerine pazar şansı doğması için milyonlarca insanın yok olacağı ortamlar yaratmayı bile göze alıyorlar. Biraz komplocu bir yaklaşım da olsa bu durum kısmen böyledir.
‘Kısmen’ dedim. Çünkü bizim ülkemizde bazı başka faktörler giriyor devreye. ‘At, avrat, silah!’ düsturundan mıdır nedir bilinmez, garip bir ilişki var silahla aramızda. Hatrı sayılır birçoğumuz yaşımız, ekonomik gelirimiz ne olursa olsun silah edinme derdinde. Kimisi ‘Avcılık’ sporu adı altında silah edinmeye çalışırken, kimisiyse bunun yerine ‘Hobim işte, seviyorum silahları…’ deme pişkinliğinde bulunuyor. Bazılarıysa güvenliği bahane ederek dolduruyor silahları evine… Aslına bakarsanız en vahim silah alma nedeni de sonuncusudur. Çünkü güvenliği sağlamak devletin göreviyken, halkın devletine güvenmediği, onu bu konuda yetersiz bulduğu apaçık ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunlar olurken, yani halk zaten silaha sarılmaya hevesliyken pompalı tüfek kullanımında düzenlemeler yapılması insanı ifrit ediyor. Hele de sigara yasağından ödün verilmezken… Sigara yasağına karşı değilim. Tümüyle yerinde bir uygulama. Ancak sigaranın alanları daraltılırken, silahın alanın genişlemesi, silah kullanma yaşının indirilmesi tümüyle yanlış bir karar.
Söz konusu düzenlemeyi, yani pompalı tüfek kullanabilme yaşının düşürülmesini, destekleyenler görünüşte derslerine iyi çalışmışlar. “Dünyada da böyle…” diyerek evrensel emsaller öne sürüyorlar. Ancak dünyayı gözlemlemekle meşgulken, ülkemizin gerçeklerini unutmuş görünüyorlar. Nitekim birçok modern ülkede genç yaşta silah sahibi olmak doğal olabilir. Ama bizde hiç de normal değil. Neden mi?
Çünkü dünyadaki hiçbir modern ülkede, bir düğünde ağaca tırmanan çocuk kurşunlanmıyor. Hiçbir modern ülkede, milli maç sonrası genç kızlar balkondan vurularak düşmüyor! Hiçbir ülkede, dini resmi ayrımı gözetmeksizin bayramlarda insanlar coşkusunu silahlarla dile getirmiyor. Dahası kaç modern ülkede bizde olduğu kadar faali meçhul cinayet var? Daha açık konuşalım, kaç ülkenin PKK’sı var? Kaç modern ülkenin İran, Irak, Suriye gibi komşusu var?
Bence, modern bir ülkede önüne gelen silah edinemez, edinmemeli! Emniyet güçlerinden başka kimsede silah bulunmamalı. ‘Avcılık’ sporu yapanlarsa ciddi vergiler ödemeli. Hem bu şekilde avcılığı sadece yaban domuzu öldürmek sananlardan da kurtulmuş oluruz. Gerçek bir barış, daha modern bir ülke için, silahlara veda etmeliyiz.
Şayet aksi olacaksa, önüne gelenin silahla vuslatı kolaylaşacaksa, silahların akıttığı kan asla dinmeyecektir. Düğünde, bayramda vurulan çocukların sonu gelmeyecek, her milli maç sonrası balkonda bir genç kız daha vurularak can verecek, özellikle doğuda insanlar düğünlerde silah sesleriyle tempo tutmaya devam edecek ve en önemlisi terörün sonu asla gelmeyecek…

5 Aralık 2010 Pazar

Asker UğurlaMA


Asker ocağının ana kadar şefkatli, ondan daha eğitici olduğunu düşünenler var. Kadınlar ölene kadar bunu böyle sanır. Ancak erkekler bunun böyle olmadığını askere gidince öğrenir. Ama gizli bir vatanseverlik gereği orduya toz kondurmaz. Aslında sırasını savdığı için çok mutludur askerliğini yapan. Ancak yeri geldiğinde, “Gene olsa gene yaparım!” der. Fakat askerliği sevdiği için değil, vatanını sevdiği için yapar. Bu durumun temelinde, memleket için yapılacak en iyi şeyin ölmek olduğunun sanılması vardır. Oysa can çıkmadan da memlekete hayırlı evlât olunabilir.
Elbette ki bu güzel ülke, diğer güzel ülkeler gibi şehitleri sayesinde var olmuştur. Ancak şehidin kemiğinin sızlamaması için, daha fazla şehitler olmaması gerekir. Dahası 21.yüzyılda kişi, vatanı için ölmekten daha fazlasını yapabilmelidir.
Bizim gibi vicdani retçilik mekanizmasının olmadığı ülkelerde, her erkek hayatının bir döneminde kaderci olmak durumundadır. Çünkü istese de istemese de vatan savunmasına katkıda bulunmak zorundadır. Üstelik savunma konusunda yetenekli olup olmaması önemli değildir. Hâl böyle olunca, vatan savunması candan vazgeçilmedikçe, kaderci olmadıkça, yapılamıyor.
Vatanı için canını ortaya koymak zorunda olan kaderci insanların büyük bir çoğunluğu, görünürde müthiş bir coşkuyla orduya katılır. Oysa içten içe isyan etmektedirler. Bu isyan çoğu zaman da dışa vurur. Bakınız, asker uğurlamaları. Doğrusu öyle asker uğurlamaları var ki insanın, “asker uğurlaMA” diyesi geliyor!
Vatani görevini yapmaya giden gençlerin, arkadaşlarının hatta ailelerinin taşkınlıklarını bir düşünün… Daha doğrusu toplu isyanlarını… “Asker gidecek geri gelecek!” diye haykıran insanlar, hep bir ağızdan kadere isyan etmektedir. Giden belki de ölüme gittiğinden, uğruna savaşılacak topluma da isyan vardır. Ne yazık ki bu isyan sadece sloganla ifade edilmez.
Evvelâ yeterli sayıda Türk bayrağı bulunur. Asker adayının evine gitmeden bir iki bira içilir. Evdeki kutlamada muhakkak havaya ateş edecek bir iki yeniyetme vardır. Dualı-halaylı-şarklı-türkülü tuhaf kutlamanın ardından konvoy hâlinde otogar yolu tutulur. Yolda giderken arabanın camından sarkmak, acayip sesler çıkararak etrafa korku salmak, bilmem kaçla giderken el freni çekmek hatta yol kesmek âdettendir. Otogara gelince evdeki kutlama devam eder. Artık asker adayının belini kıracak ‘havaya atmalar’ da başlamıştır. Üstelik çoğu zaman bu kutlamalara bizzat aileler de katılır. “Dur!” diyen çıkmaz, çıkamaz. Çünkü asker adayı belki de şehit olacaktır. Onca rahatsızlık verilmesinin lafı olmamalıdır!
Bütün bunlar, gizli bir isyanın gizlenemeyen dışavurumlarıdır. Ve bu dışavurumlar insanları orduya karşı soğutuyor. Bundan olsa gerek geçmiş yıllarda Genelkurmay, bu tarz davranışların Türk askerine yakışmadığını açıklamak zorunda kalmıştı. Ancak bu tarz davranışlar orduya karşı oluşan geçici soğukluklara neden olmakla kalmıyor. Bazen canlar da yanıyor. (Geçen gün olduğu gibi.) Hem de vatan savunması uğruna falan değil. Kontrolsüz bir eğlence, adı konmayan bir isyan uğruna…
Herkes, orduya bu şekilde katılmıyor elbette. Zenginler, eğitimliler, zengin ve eğitimli olmadığı hâlde kendini gerçekleştirebilenler kaderlerini daha olgun bir şekilde kabulleniyor. Aslında onların da çoğu vicdani retçilik mekanizmasına geçilmesini istiyor. Ama istekleri olmuyor diye, belki de şehit olacaklar diye, kadere ve topluma isyan etmiyorlar. Kim bilir belki de bu tarz bir isyanın, bir tür başa kakma olduğunu biliyorlar… Ve vatani görevlerini yapmaya giderken, Türk halkına yaraşır şekilde hareket ediyorlar.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Örtmeniiim!




Bütün insanlar hayalini kurduğu mesleği yapamaz. Kiminin gönlünden geçen meslekle yeteneği bağdaşmaz, kiminin imkânları gönlündekine el vermez.

Her ne kadar küçükken öğretmenlik hayali kurmuş olsam da meslek seçecek yaşa geldiğimde başka mesleklere gözümü dikmiştim. Yeteneklerim ilk seferde istediğim mesleğe ulaşmama yetmedi. İkinci sefereyse imkânlar gerçeği devreye girdi. Ve ben çocukken hayalini kurduğum mesleğe, çok da istemeyerek adım atmış bulundum.

Üniversitede uyum sürecini çok çabuk atlattım. Doğru bölümde olduğuma ilk hafta inandım. Bu hızlı uyumun mimarıysa danışmanımızdı. Daha ilk derste, birçoğumuzun istemeyerek geldiğini bildiğini söyledi. Bu isteksizlikte samimi olanlara, dahası imkânı olanlara daha yolun başındayken yolu değiştirmeyi denemelerini teklif etti. Kararından emin olanlar ve başka şansı olmayanlar (yani sınıfımızın tamamı), bu teklifi aklından bile geçirmedi. Ardından danışmanımız bana bölümümü sevdiren cümlelerini kurdu. Şöyle dedi:

“Arkadaşlar, size yirmi beş öğrenci verecekler. Pırıl pırıl, birbirinden tatlı şeyler… Ve siz onları ister katil yaparsınız, ister bilim adamı! İşiniz bu kadar mühim! Polis katille, doktor kanla uğraşır. Ama siz… Sizin malzemeniz çocuklar!”

O gün daha bir dolu şey söyledi. Ancak hiçbiri bahsettiklerim kadar beni etkilemedi. Bilmiyorum, belki de kabullenme sürecinde olduğum için o kadar erken uyum sağladım. O cümleler sadece kıvılcımdı. Ancak tümüyle yerinde cümleler olduğunu düşünüyorum.

Üç yıldır öğretmenim. Üç yıldır birinci sınıfları okutuyorum. Ve inanın tüm kalbimle söylüyorum, mutluyum! Zaman zaman kızsam da en ufak bir tatilde, “Örtmeniim!” diye cıyaklayan sınıfımı özlüyorum.

Maaşlar modern öğretmenden istenen donanıma bizi ulaştırmasa da ülke standartlarının üstünde… Zaman zaman öğretmene saygısızlık edenler olsa da genel olarak saygıda kusur sorunumuz yok. Öğretmen adayları arasında bile hırsızlar olduğunu düşününce, üç beş cahilin tavırlarını saygısızlıktan saymamak gerek! Modern çağa uygun şartlarda eğitim veremesek de sınıflara girince umutlu olmamak mümkün değil…

Bu güzel günde, iki konuya daha değinmek istiyorum. Birincisi FATİH projesi… Son derce yerinde ve çağdaş bir proje. Çağdaş olmayan yetmiş seksen kişilik sınıflar. Çağdaş olmayan derslikler… En önemlisi öğretmensiz sınıflar! Bir sınıfa binlerce bilgisayar da koysanız, Fatih’i anlatacak bir öğretmen koymadıkça o bilgisayarlar hurdadan farksız olacaktır. Yerinde bir proje de olsa mevcut durumumuzla çelişki oluşturuyor. Tıpkı öğretmensiz sınıfların yanında, atanamayan binlerce öğretmenin olması gibi…

Son olarak bu güne gelelim. Bu gün öğretmenler günü… Öğretmenler için, bu günü diğer özel günler gibi sıradan olmak kaderinden kurtaran sadece öğrenciler olmamalı. Kapitalist dünyada bankalar, mobilyacılar, beyaz eşyacılar bile devreye girmişken, bakanlık yani devlet de bu günü önemsemeli. Bu amaçla, öğretmeni mutlu edecek uygulamalar yapılmalı. Örneğin, atamalar bu günde yapılabilir. Ödüller, çok az kullanılan ödüller, bu günde bol keseden dağıtılabilir. Göstermelik de olsa başarılı öğretmenler, ikramiyeyle ödüllendirilebilir. Çeşitli kampanyalar düzenlenebilir. Sanırım bu tür şeyler yapılırsa, bir şeyler daha anlamlı olur.

Her şeye rağmen…

Örtmeniiim! Günün Kutlu Olsun!


11 Kasım 2010 Perşembe

Boyacıdaki Umut


Blog’ta yazmaya yeni başladığım günlerdi. Daha gerçekten okunduğumdan bile emin değilken, birer ikişer eleştiriler gelmeye başlamıştı. Çok mutlu olmuştum. Ancak bu konuya değinme nedenim bu mutluluğum değil, o eleştirilerden biridir.
Eski bir arkadaşım yazdıklarımı görmüş. Üşenmemiş, birkaçını da okumuş… Bana bir eleştirmenin neleri yazmakla yükümlü olduğunu falan sordu? Bu konuya ilişkin fikirlerimden bahsettim. Açıkçası amacını tam anlamamıştım. Çok geçmeden, yazılarımda hep olumsuz şeylere değindiğimi, ülkemizin bu zor günlerinde değinecek güzel şeylerin de var olduğunu, eleştirmenin sadece kötü olanı söylemekle yükümlü olmadığını, iyinin de hakkını vermem gerektiğini söyledi. Gelgelelim benim ele aldığım konulardaki iyiler o kadar azdı ki onlardan bahsetmem ele aldığım konuların çözümüne bir katkı sağlamıyordu. Dahası bu, bizi tuhaf bir iyimserlikten bir adım öteye götürmüyordu. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek tamam da sorun Brütüs’teydi… Ancak bu iyi bir yazar olmaya çalışan birinin ve dâhi eleştirmenlerin, ülkesi için hiç umudu kalmadığını göstermez. Şahsen, gerçekten hiç umudum kalmasaydı, okunmasını bekleyeceğim yazılar yazıp, okur duasına çıkmaya muhtaç olmazdım!
Değil bu ülkeden, bu ülkenin tek bir insanından umudumu kesmedim. Sadece umutsuzluğa düşmemize neden olacak şeyler biraz daha fazla. Ve çözüm için onların üstüne gitmemiz gerekiyor. Ancak bu gün umudumuzun hiç bitmemesi gereken bir olaydan bahsedeceğim…
Dün 10 Kasım’dı. Atatürk anıldı. Anma etkinlikleri hafta boyunca devam edecek… Ben de birkaç gün evvel konuya ilişkin bir yazı yazmış, Atatürk’ün ve yaptıklarının yeterince tanıtılmadığını; onu yüceltmenin yolunun onu tanrılaştırmaktan geçmediğini, gerçek Atatürk sevgisini insanların yüreğine inşa etmeyi onu hatalarıyla birlikte anlatırsak başarabileceğimizi söyledim. Bütün bunları Atatürk düşmanlığını körükleyen kesimleri, Atatürk felsefesini anlamayan sözde aydınları, yükselmek için birilerini indirmeye gerek duyanları düşünerek yazdım. Ancak tam bu konuda öte tarafa da değinmem gerektiğini düşündürecek bir şey oldu.
Dün akşam hem yemek yiyor hem haberleri izliyordum. Daha çok yemeğe yoğunlaştığım bir dakikada ekranın son derece sessizleştiğini hissettim. Ülkemizde haber kanallarının bangır bangır olmadığı anlara yabancı olduğumuzdan bu sessizliği hayra yoramadım. Derken ekrana odaklandım. Çok geçmeden arkadan gelen siren sesini ve sokak ortasında saygı duruşuna geçen insanları görünce anladım ki 10 Kasım için yapılanlar haber yapılmış. Sıradan bir haber olduğunu düşünmeye başlamıştım ki spiker uyardı: “Boyacı çocuğa dikkat!” Günün ilk müşterisinin ayakkabısını boyayan çocuk, sireni duyunca her şeyi bırakıp ayağa kalkıyor ve siren bitene kadar müşterisiyle beraber saygı duruşunda bekliyordu.
Gözlerime inanamadım. Bir insanın, bir insana tamamıyla kendi isteğiyle hem de 90 sene sonra böyle saygı duyması müthiş bir vefaydı… Şoven duygulara uzağım aslında. Ama Atatürk’e bir boyacının böyle saygı duyması saygı duyulacak, gururlanacak bir şey bence… Bu demek oluyordu ki asık suratlı heykellerine, onu tanrılaştırarak Allah’la yarıştıran kitaplara, her fırsatta onu karalayan insanlara, gencecik çocuklara Nutuk mu Kur’an mı diye soranlara hatta ve hatta ona “bu adam” denmesine izin vermeyen sisteme rağmen; okuyamayan, yeterince kültürnemeyen insanlarımız bile değerden anlıyor. Öyle ya altın çamura düşünce değer mi yitirir? Boyacının o kıymet bilir davranışı şu sloganı sahiplenebileceğimiz anlamına geliyor: “Nefes alıyorsak umut var demektir!”
Boyacı çocuk ve onun gösterdiği saygı bizim bütün umudumuzun toplandığı noktadır. Bir şeyler için hâlâ geç olmadığını hatta bir şeyler yapmak isteyenler için geç kelimesinin bir anlam taşımadığını o boyacı çocuğa bakarak ve umutlanarak anladım…

8 Kasım 2010 Pazartesi

Gaipten Gelen Ses


Lider yetiştirmek zor iştir. Dünyayı sarsacak türde yenilikleri yapabilecek bir lider yetiştirmek her millete nasip olmaz. Bu konuda millet olarak şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Nitekim tarihimiz birbirinden kıymetli liderlerle dolu. Ancak lider yetiştirmek gibi çok mühim bir meziyetimizin yanında bir meziyetimiz daha var: Yetiştirdiğimiz liderleri yok etmek!
Lider yetiştirme ve o lideri yok etmedeki maharetimizden bahsettim. Şimdi yavaş yavaş konunun derinine nüfuz edelim. Birçok lider yetiştirdik, bir o kadarını da yok ettik… Şüphesiz yetiştirdiğimiz liderlerin en büyüğü Mustafa Kemal’dir! Ve korkarım ki o büyük lideri, yok ettiğimiz en büyük liderler arasına da sokmaya kararlıyız… Bu ülkede herkes ona hayrandır! Çünkü onlarca yıl ona hayran olacak şekilde bir eğitim aldık. Gelgelim neye, niye hayran olduğunuysa kimse bilmiyor! Çünkü bize puta taparcasına tapmamız öğretildi âdeta! Oysa Mustafa Kemal’in isteyeceği en son şey bu olsa gerek, körü körüne bağlılık…
Yaptığı o kadar büyük işler var ki onca zamana rağmen yaşıyor ve yaşayacak… Fakat bazı şeyler de değişti. Dünya dönüyor ve hızla değişiyor. Devrimci bir adam, kendisinin yaptığı değişikliklerin tümünün sonsuza kadar korunmasını istemez. Çünkü değişmeyen tek şeyin ne olduğunu bilir! Mustafa Kemal de öyle devrimci bir adamdı ki hatalarından dönmesini hep bildi. Zaten böyle Atatürk oldu. Yani hata yapmayarak değil, hatada ısrar etmeyerek!
Ben, bize verilen eğitimin aksine Mustafa Kemal’in de hatalar yaptığını, yapabileceğini düşünüyorum. Çünkü hatalarımız, bizim insan yanımızdır. Mustafa Kemal bir kurtarıcı, bir büyük devrimci, üstün yetenekli bir varlık… Ve bir insan! Onu yüceltmede sınırları aştığımız zaman ona olan sevgi ve saygı göstermelik bir putperestliğe döner! Ve bu durum Atatürk karşıtı nankörler için bulunmaz bir fırsattır… Varımızı yoğumuzu borçlu olduğumuz bir adama bu kötülüğü yapmaya, onu putluk konumuna itmeye, savaştığı zihniyetin mevkisine çıkarmaya dahası …izmlere karşı olan bir adamı …izmlerin meşalesi yapmaya hakkımız yok.
Atatürk’ün ölüm yıldönümüne iki gün kala bütün bunları bana düşündüren, geçen hafta sosyal paylaşım sitelerinde ve televizyonlarda dolaşan bir videodur. Atatürk’ün hiç bilinmeyen görüntüleri veee…. Ve gerçek sesi! Sözde Atatürk hayranı olduğumuz için video resmen müthiş bir heyecan yarattı… Sanki gaipten bir ses gelmişti… Memleketteki her şey unutuldu ve Atatürk’ün sesinin kalın olmasına sevinildi… Bir Allah’ın kulu da çıkıp bu sesin gaipten değil, manavdan geldiğini söylemedi!
Bu arada bilime inanan bir insanım ama Atatürk’ün gerçek sesinin o kadar kalın ve müşfiklikten uzak olduğuna inanmıyorum. Bu inançsızlığımı körükleyense, ona ait olan görüntüleri bu güne kadar arşivlemenin değil de manavdan çıkan görüntülerin düzenlenmesinin bilimmiş gibi gösterilmesidir. Bu ülkede bilim, bilim olsaydı o görüntüler manavdan çıkmazdı! Ancak Atatürk’e ve yaptıklarına sözde hayran olan herkes; insanları yaptıklarıyla değil sesiyle-soluğuyla, türbanıyla-bıyığıyla değerlendirecek kadar şekilci olduğumuzu ispatlarcasına bu görüntülere sevindi. O video, ona olan özlememizi bir parça giderdi belki. Ama nelerle meşgul olduğumuzu gözler önüne sererek Atatürk’ün kemiklerini de sızlattı!

2 Kasım 2010 Salı

Polis?


Devletin zarar ettiği bir kurumun satıldıktan sonra kâra geçtiği çokça görülmüştür. Birçoklarının inandığının aksine bunu sadece işçi çıkarak başarmıyorlar. En yüksek verime ulaşmak için her yolu deniyorlar. İşçi alırken bile devletten daha seçici davranan özel sektör, hâliyle daha başarılı oluyor. Tamam, özel sektörün derdini yüklendiği bir halk yok belki ama devlet de bu görevini önüne geleni, rastgele alanlarda istihdam ederek yerine getirmemeli.
Bir lokanta sahibi bile bir dönerci alacağı zaman iki kere düşünür. Malûm, adamının eline döner bıçağı verilecek, değil mi? Ama devlet bu kadar ciddi davranmıyor bence. Öyle olsaydı, eline silah aldığı zaman kendini Allah sanan güvenlik görevlileri olmazdı… Devlet eline silah verdiği polislerin seçimi konusunda yeterince seçici davranmıyor. Elbette belli kurallar var ama hiç de yeterli değil sanırım. Boy, kilo, sağlık raporu falan filan… Ancak eline silah, öldürme aracı, verdiğimiz insan çok ama çok daha ciddi şartlarla işe alınmalı. Bu arada boya kiloya niye baktıklarını da anlamıyorum. Nitekim çevik kapkaççılar peşinde koşamayan onlarca kilolu polis var… Bakmanızın bir amacı olmalı, değil mi?
Polisin karıştığı şiddet ve taciz olaylarını görünce hemen ‘polis’ kelimesinin anlamı geliyor aklıma. TDK’nın polis için verdiği ilk anlam şu: Şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta. Bir olana bir de olması gerekene bakıyorum… Şiddet-güvenlik, taciz-huzur… Bir nevi oksimoron (İki zıt anlamlı kelimenin bir arada kullanılması) durumu yani…
Elbette her polis şiddet ve taciz olaylarında başrolü oynamıyor. Ve gene elbette her meslekte çürük elmalar var. Ama polislerin karıştığı bu tür olaylar daha fazla yansıyor halka… Belki de şiddet-taciz en çok onların mesleğine zıt olduğu içindir… Bu yüzden dikkat çekiyordur, bilemiyorum.
Bele takılan o öldürme aracının polislere veriliş nedeni öldürmek değil. Hatta ‘Ben devletim, bana güvenmiyor musun?’ cümlesiyle baskı kurup, şiddet uygulayarak insanları devlete güvenmeye zorlamak için de verilmemiştir o araç. Kendisine verilen haklar doğrultusunda güvenliği sağlamaktır asıl görevleri. Baskı kurmak, gereksiz yere zor kullanmak, şiddet uygulamak, tecavüz etmek hele hele yargılamak değil polisin işi… Bu saydıklarımın hepsi tiksindirici, kişiyi devletine karşı soğutucu nedenler… Ama sonuncunun benim için ayrı bir önemi var. Bir T.C. vatandaşı olarak ne yaparsam yapayım, polisimin beni yargılamaya, azarlamaya hatta karıştığım olayla ilgili en ufak bir yorum yapmaya bile hakkı olmadığını düşünüyorum. Eğer polisler bu işi de üstleneceklerse adalet diye bir şey kalmaz!
Saygın bir mesleğim var… Ez kaza içeri girsem, memurların mesleğimden ötürü bana saygılı davranacağından şüphem yok. Ancak ben bile korkuyorum polislerden. İşsiz güçsüz insanlar dahası suçluların durumunu düşünün bir de… ‘Kötü bir şey yapmadıysan, polisten korkmana gerek yok!’ Cümlesi bana saçma geliyor. Çağdışı geliyor. Bir kere ülkemizde hatta dünyada kötü bir şey yapmasan bile polisten şiddet görebiliyorsunuz. Dahası kötü bir şey yapsam bile polisten değil, yargıçtan korkmam gerek! Çünkü cezayı verecek olan o! Ama yargıcın önüne gelene kadar başıma geleceklerdir beni korkutan…
Gün geçmiyor ki polisin, öğretmenin, doktorun, memurun başrolde olduğu şiddet ya da taciz haberi gelmesin… Şiddet ve taciz konularında insanlığını yitirmemek için mesleki eğitimden daha önemli şeyler var. Bizler çocuklarımıza o önemli şeyleri öğretmeli ve bunları içselleştirmelerini sağlamalıyız. Bunu başardığımız zaman, öğretmenler şiddeti eğitim için gerekli cezalar arasından çıkaracaklar. Doktorlar hastalar için var olduklarını unutmayacaklar. Memurlar memur edildikleri iş için para aldıklarını her an bilecekler. Ve polisler… Bellerine takılan öldürme araçlarıyla ne yapmaları gerektiği kadar ne yapmamaları gerektiğini de bilecekler.
Çağdaşlaşmak, çağın ötesine geçmek istiyorsak; öğreten öğretmen, iyileştiren doktor, güven veren polis lazım bize… Ve tabi ki saydığım meslekler ve dahası, gülümsemenin de aldıkları paraya dâhil olduğunu bilmeli…

27 Ekim 2010 Çarşamba

Türbana Dolanmış Minikler


Aslında bu yazıyı birkaç gün önce yazacaktım. Ancak ne zaman yazmaya başladıysam zehir zemberek şeyler söylüyor, edebi sınırları zorluyordum. Buna neden olansa bazı gazetecilerintürban konusunun geldiği noktada söylediklerinin beni sinirlendirmesiydi. Bu gazetecilerin kimi yandaş kimi candaştı. Yeri gelmişken, daha doğrusu lafı ben oraya getirmişken, bana göre yandaş ve candaş tanımını da yapayım. Efendim, bunların ikisi de aydınlığını yitirmiş aydınlardan oluşan, olayları saf çıkarcı eğilimle gözlemleyen yazarlardır. Bunların en belirgin özelliği kendi hayat görüşlerini savunanların en ufak bir hatasını görmezken, aksi durumda olanların çok büyük hatalarını hem de her daim görmeleridir. Ve maalesef bu tarz yazarlar bütün ideolojilerin içinde vardır. 
İlk paragrafa baktım da yeterince sakinleştiğimi sanıyorum. Konuya girme vaktidir. Haydi bakalım… 
Türban konusunun tekrar hareketlendiği ve eksen kaymasına uğrayarak saçma sapan bir noktaya geldiği şu günlerde, derdi uzlaşmaktan ziyade ateşi körüklemek olan birkaç yazar var. Bunlardan beni en sinir edenine değinmek istiyorum. Geçen Pazar, bir gazetede yazarın biri son derece tahrik ve çelişkilerle dolu bir yazı yazdı. Güya türban serbest olunca, öğretmenler türbanlı olmayanlara kötü not verecek, işte türbanlı olan öğretmenler sürülecek falan. Ayıptır bu! Her şeyden evvel öğretmenleri karalamaktır. Ben yirmi yıllık bir öğrenci ve üç yıllık bir öğretmenim. Ve türban yasağına rağmen hangi öğrencimin neye inandığını çok iyi biliyorum. Fakat kalkıp da öğrencilerin ya da velilerinin dini inanışından dolayı kötü not vermiyorum. Vereni de tanımıyorum. 
Bu talihsiz yazıyı okuyunca, bir rektörün birkaç yıl evvel bir programda söylediklerini hatırladım. Her türlü bilimsel ve sosyal etkinliğin merkezi olan üniversitelerimizden birinin yöneticisi şöyle diyordu: “Türban takan öğrenciler olursa biz hoca olarak tarafsızlığımı kaybedebiliriz!” İyi de be adam, o senin ne kadar kötü bir öğretmen olduğunu, ne kadar şekilci olduğunu, neyi ölçmen gerektiğini bilmediğini gösterir. O senin ayıbın. Aslında sorun ne türbanda ne sende! Sorun seninki gibi zihniyetlerde. Aslında o zihniyeti üniversiteye sokmamak lazım… 
Gelelim konunun özüne… On sekizini doldurmayan bir insan kendi kararlarını vermekte zorlanır. Bu yaşın evvelinde hayat şartlarımızı oluştururken çok da hür değilizdir. Sürekli bir etki altındayızdır. Hiç kimsenin etki altında olmasak bile ekonomimizi idare eden ailemizin etkisi altındayızdır. O sebeple dini inancımızı da kendimizin seçmediğini düşünüyorum. Hâl böyle olunca üniversiteden önceki bütün kademelerde her türlü dini ve siyasi simgelerin yasaklanması gerektiğini düşünüyorum. Kişi ne zaman ki hür düşünür, o zamandan itibaren hayatının her anında, üniversitede de kamuda da özel sektörde de, istediğini yapabilir. Bu laikliğin gereğidir. Ancak aynı gereklilikle hür olmayan çocukları, minikleri hatta bebeleri türbana sarmamak gerekir. 
Bütün bunlara rağmen ortada bir çelişki var. Şöyle ki kız öğrencilerin eteklerinin epey kısa olduğu okullar var. Aileleri de okul yönetimleri de bundan memnun. Problem yok yani… Çünkü herkes çocuğunu istediği şekilde yetiştirmekte özgür. İşte tam bu noktada aşırılığı seven bir insan da çıkıp ‘Ben kızımı İslâma uygun yetiştirmek adına türbanla okula göndermek istiyorum!’ diyebilir. Oysa ne eteği kısa olanın tercihidir bu kısalık, ne de türban takmak isteyen çocuğun isteğidir türban. Bunlar ailelerin istekleridir. Özetle çocuklarını mini etekli bireyler olarak yetiştirmek isteyen ebeveynler haklıysa eğer… Maalesef başlarına türban dolanan o körpecik kızların velilerinin de haklı olduğu noktalar var! 
Çözüm ne midir? Kişinin reşit olana kadar makul bir kıyafetle okula gelmesi… Etek boyları, makyajlar, kıyafetlerin abartısı makul seviyeye çekilince türbanlıya da “Bu yaşta ne türbanı? Sen daha çocuksun!” diyebiliriz sanırım. Aksi hâlde eşitsizlik gibi görünen bu durumun demagojiye ne derece açık olduğunu kestirmek bile mümkün değil! 

20 Ekim 2010 Çarşamba

İlk Emir: Oku!

Birçokları birinci sınıf öğretmenliğinin çok zor olduğuna inanır. Üç yıldır sürekli birleri okutan bir öğretmen olarak sizi temin ederim, uygun şartlar oluştuğunda her şey o kadar keyifli oluyor ki zorluktan eser kalmıyor. Yine de bu okur-yazar olmanın kıymetini düşürmez. Nitekim Hz Ali’nin sözünü siz de biliyorsunuzdur: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum!” Hz Ali gibi bir insanın, böyle bir cümleyi kurması ve insana bilinmeyenleri bilme fırsatını veren birine köle olmayı göze alması okumanın ne derece mühim olduğunu ispatlıyor sanırım.
Başta da söylediğim gibi okuma-yazma öğrenmek aslında zor değildir. Normal bir zekâdaki herkes, vakti geldiğinde ve şartlar oluştuğunda zorlanmadan okumayı-yazmayı öğrenir. Asıl zor olan, okuma alışkanlığı edinmektir! Bunu başarabilen toplumların yükseldiğini, yükselen toplumları şöyle azıcık incelediğinizde fark edeceksiniz. Çünkü dünyadaki bütün güzel işler, okuyan adamların kafasından çıkar. Bu güzel adamlar da okuyan toplumlarda çokça görülür…
Okumanın, okuma alışkanlığı edinmenin faydalarını en cahil insana bile sorsanız, size hatrı sayılır bir fayda listesi çıkarabilir. Ama biz bu alışkanlığı edinmemek için bahaneler türetip duruyoruz. Evvelâ işler çok yoğundur. Ne iş yaparsak yapalım, bu bahane hepimizin favorisidir. İş biter, eş başlar… O biter dizi başlar… Ve maalesef gün 24 saattir! En aylağımız bile okumaya gelince devlet başkanı kadar yoğun oluyoruz. Anlayacağınız vakit yok. Çünkü okuma alışkanlığımız yok! Onun yerine okumamak için bahane bulma alışkanlığımız (daha doğrusu yeteneğimiz) var.
Güya yoğun olduğumuz için okumuyoruz, değil mi? Peki sorarım size, biz Mustafa Kemal’den daha mı yoğunuz? Yoksa o kanlı savaş yıllarında bile onun kitap okuduğunu bilmiyor muyuz? Sadece o mu? Nice devlet adamları, yöneticiler, büyük adamlar… Tarihe damga vuran insanlar hep okuyan insanlardan çıkmıştır. Bu arada okuma alışkanlığı olan adamları sayarken yazarları hiç katmadım. Çünkü onlar doğal okurdurlar, doğal okur olmak zorundadırlar! İmam namazı doğru kıldırmalı, değil mi?
Her şey bir yana da bizlerin okumama gibi bir lüksümüz dinen de yok! Evet… Nitekim Allah’ın bize yol göstermek için indirdiği kitabın ilk emri çok manidardır: Oku! Kur’an-ı Kerim’in her sözcüğünde binlerce anlam gizli olduğunu, farklı farklı yorumlar yapılageldiğini biliyoruz. Hatta o kadar farklı bakış açıları mevcut ki ayetlerin, surelerin dizilişlerinden bile anlam çıkarıp dünyaya, âleme anlam vermeye çalışanlar var. Hâl böyle olunca, ben de ilk emri duyunca aklıma ilk gelenin çok da yanlış olmadığına inanıyorum. Ve Allah’ın da bize okumayı emrettiğini düşünüyorum! Düşüncemi kabul edecek olursak, bizim okumamak için hiçbir bahanemiz kalmadığı gibi hem madden hem de manen okuma zorunluluğumuz ortaya çıkıyor.
Ne açıdan bakarsak bakalım, okumamızın hayati bir mesele olduğunu biliyoruz hepimiz. Ama icraata gelince tembellik ediyoruz. Çünkü okuma alışkanlığı edinmek, okuma öğrenmekten çok daha zordur. Bu konuda başarılı olmamız için evvelâ öğretmenlerimiz bu gerekliliğe inanmalı ve teşvik ettikleri şeyi aynı zaman da yaparak model olmalıdırlar. Aynı şekilde aileler de çocuklarına okumayı öğütlemekle kalmaktan öteye geçmelidir. Biliyorum çok ütopik gelecek ama okuma alışkanlığı edinmek için her akşam bir kerecik de olsa televizyonlar kapatılmalıdır. Çöpçüsünden üst düzey yetkilisine kadar bütün herkes uygulamaya geçmeli. Aksi takdirde çocuklarımız okumanın önemine ve gerektiğine inanacak hatta kendi çocuklarına da okumayı telkin edecek ama asla okumayacak!

14 Ekim 2010 Perşembe

Korsan


21. yüzyıldayız. Üretim çılgınlığına bağlı tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor. İnsanın üretkenliği insan hayallerini zorlamaya başladı. Bilim adamları yeni icatlar peşindeyken, ticaret adamları da bütün bu icatları en az masrafla çoğaltarak satmak derdinde…
Çok işe yarar bir icadın onlarca kalitesini görebiliyorsunuz vitrinlerde… Sadece vitrinlerde mi? Sokaklarda bile bazı icatları bulmak mümkün. Çünkü modern çağın üretkenliği hemen her şeyin çakmasını üretmekte çok ileri. Ve bu çakmaları pazarlarken de tüm ahlâki değerleri alt üst etme pahasına bir satış politikası kullanılabiliyor artık.
Her şeyin ama her şeyin benzerini, acaba korsanını mı demeliyim, bulabiliriz modern dünyada. Milyonları sürükleyen bir sanatçıdan tutun da ünlü bir saat markasına kadar… Aslına bakarsanız bunların aslı model alınarak yapılması taklittir, çakmadır. Ancak bunların pazarlanmasıysa korsandır. İlginçtir, bir şarkıcı kendi CD’sinin korsanı satıldığında haklı olarak veryansın ederken; kendisinin de yabancı bir sanatçıyı tıpatıp taklit ettiğini, dahası bu taklidi pazarlayarak kazandığını, bir nevi korsan satış yaptığını hiç düşünmüyor!
Evet, korsan bir hırsızlıktır. Ama bu hırsızlığı yapan sokak aralarında kitap, CD, vs. satanlar değildir sadece! Bunları alan, alınmasına vesile olan, alınıp satılmasına izin veren herkes bu hırsızlığa ortaktır!
Modern zamanda her şey alt üst olmuştur. Bir albümden milyonlar kazanmak pek de kolay değil artık. Çünkü hayran, para vermeden elde edebileceği bir şeye para harcayacak kadar erdemli değil artık! İnternetten bir tıkla ulaşabildiği bir şarkıya para akıtmak mantıklı gelmediği gibi, bunun aksini yapmak da ahlaksızlık olarak gelmiyor. Tabii, bir şarkıyı bir tıkla indirmekle otuz liralık kitabı üç liraya almak arasında çok fark olmadığını da söylemeliyim.
İşe yaramayan kanunlar değiştirilir, değiştirilmelidir. Artık insanlar CD almıyor. Bu nedenle bazı şarkıcılar çoktan internetten şarkı paylaşmaya başladı. Sonrası da böyle gelişecek sanırım.
Korsanın bir hırsızlık olduğunu yinelemek istiyorum, yanlış anlaşılmamak için. Gelgelelim insanlar beş on dakikalık reklamlara tahammül ederek Kurtlar Vadisi, Ezel, Aşk-ı Memnu, Komedi Dükkânı gibi projeleri bile izleyebilirken, zaten okumadığı kitaba para vermek, kolayı seven modern zaman insanın işi değil! E peki ne yapacağız? Sanatçılar, sanat emekçileri aç mı kalacak?
Evvela şunu söylemek istiyorum: Korsanı yok etmek için herkesin çalışması gerekiyor. En başta da işin kaymağını yiyenlerin… Anlayacağınız kanunlar daha sert; kitaplar, CD’ler daha ucuz olmalı.
Yukarıda ismini söylediğim projelerin masrafını karşılayanlar, uzun vadede dönütlerini reklamdan kazanıyorlar. Modern çağın aynı zamanda reklam çağı olduğunu kabul edersek sanatçılar da aracıyı aradan çıkararak bu yola yönelebilir. Söz gelimi bir şarkıcı, kendi sitesini kurabilir. Ve o siteye girmek için üye şartı aranabilir. Sonrasında şarkıcı reklam almak için kolları sıvar…
Milletimiz okumuyor diyoruz. Çünkü ortalama bir işçi, çocuğunun rızkından kesmeyi göze alsa bile anca altı ayda bir kitap alabilir. Ancak o paraya her ay bir korsan kitap alabilir! Peki, ne yapmalıyız? İnsanlar zaten okumuyor diye korsanı serbest mi bırakalım? Tabii ki hayır! Devlet, insanların gelirine göre alacağı kitabın bir kısmını karşılasın! Şaka yapmıyorum. Sosyal güvencesine göre bireylere okumaları için destek olalım. Fazla mı hayalî? Olabilir! Ama bütün insanları çalmaya teşvik eden bir sistemdense hayalî çözümler daha mantıklı değil mi sizce de?
Kitap için daha gerçekçi önerimse şu şekilde… :Kitaplar birkaç kalitede basılsın. Bu arada en düşük kalite korsan kadar masrafsız olmalı. En yüksek kaliteye altın ayraç bile koyabilirsiniz, önemli değil! Çünkü koleksiyonculardan başka alan çıkmayacaktır! Biliyorum bu fikir kapitalizmin doruklarını zorluyor(!) Ama korsanı bitirmek istiyorsak en az onlar kadar kapitalist olmalıyız.
Helâl kazanmak zordur. Ama helâle ulaşmayı artık kolaylaştırmamız lazım. Modern zaman da insanlar olmadık sapkınlıklara girmişken “Korsana Hayır” demek pek işe yaramaz.
Son sözüm devlete… Dünyada gelmiş geçmiş en büyük kurumlar devletlerdir. Bazı şahısların birçok devletten güçlü olduğu biliniyor. Ama bu sadece parasal bir büyüklüktür. Sıradan bir devletin derdi dünyanın en zengin adamında olsaydı, siz o zaman o zenginin hâlini görürdünüz! Dünyanın bu en gelişmiş kurumları, korsanı çözmezse kimse çözemez. Daha doğrusu çözmek istemezse… Kendi ülkemizden örnekler vermek istiyorum. Korsan satışlar nerede yapılıyor? İşlek yerlerde… Bunları her gün onlarca polis, zabıta görüyor. Ama müdahale edilmiyor. Devletin izin verdiği, göz yumduğu, bir hırsızlığa karşı gelmek okurun işi değil! Şahsen, dağın başındaki bir köye bayrak dikebilen bir devletin, şehrin göbeğinde herkesin gözü önünde hırsızlık yapan birini yakalamaktan aciz olduğunu sanmıyorum.

12 Ekim 2010 Salı

Baba Yasa



Ulu önderin çok manidar bir sözü var. “Her millet layık olduğu şekilde yönetilir.” (Bu sözün başka liderlere ait olduğu da söylenmektedir.)Yaptıklarının yanında bu söz okyanusta damla gibidir. Ama kıymetlidir. Şahane, düşünülmüş bir sözdür. Gelgelelim, söz üstadı yöneticiler bu sözü kullanarak bizi kötü yönetiyorlar. Yalanlarına her daim olduğu gibi onu da ortak ediyorlar… 
Bu söz üstatları işi pekiyi biliyorlar doğrusu. Sadece işlerine gelenleri alıyorlar. Onun yaptığı ettiği nice işi görmezden geliyorlar. Yıkım ekibi gibi çalışıp onun felsefesinin içini boşaltıyorlar. 
O şahane insanın tâ o yıllardan sezdiği bir tehlikeyi görmezden gelmeleri de aynı sebepledir. Cumhuriyet henüz kurulmuşken… Hatta o yıllardan daha önce… Öğrenciyken… Evet, daha öğrenciyken ordunun siyaset yapmasının ne derece tehlikeli olduğunu fark etmiş Mustafa Kemal. Bu fark ediş nafile olmamış. Ordunun siyaset yapmasının, Osmanlı’nın yok oluş nedenlerinden olduğunu bildiği için ilk fırsatta orduya siyaseti yasaklamış. 
Yıllar geçmiş, geçerken de her yirmi yılda bir, birileri bu yasayı delmeye çalışıp durmuş. Söze gelince onun yaptığı işlerin her birine sahip çıkanlar, nedense demokrasiler için vazgeçilmez olan orduya siyaset yasağını önemsememişler. 
Her ne kadar Atamız, ordunun siyaset yapmasını yıllar yıllar önce yasakladıysa da biz hâlâ ordunun hazırlayıp sunduğu ve de izlediği bir anayasayla yönetiliyoruz. Bir zorbanın, karısının kırkı çıkmadan yeni bir kadınla evlenmesi ve yeni karısını çocuklarına tanıtırken, “İşte yeni karım, ana diyen ulan!” demesi gibi ordu da bize, “İşte size yeni anayasa, evet deyin ulan!”dedi. Biz de dediği dedik çaldığı düdük babamızdan korktuğumuz için ses etmeden ‘ana’ dedik. Hem de büyük bir çoğunlukla! Gerçi onca senede anayasayı delik deşik ederek babamızın zevkine göre seçilen bir anadan rahatsız olduğumuzu belli ettik ama yeterli bir sonuç alamadık. Mübarek çok disiplinli, taviz vermiyor! Ne de olsa ordu yapımı! 
Şimdi durup bir düşünelim. Demokratik bir ülkede, demokrasiyi sindirebilmiş bir toplumda siviller askerden emir alır mı? Almaz. Yanlış bir karar bile olsa, kararı siviller verir. Askerse uygulamakla mükelleftir. Dahası yoktur, olmamalıdır.Peki, bizde neler olmuştur. Asker her daim siyasete karışmış. İşi o kadar abartmış ki birkaç kez oturup anayasa yaptırmış, bunu da bir güzel referandumla kabul ettirmiştir. 
Ancak bu gün artık o gün değil! Devir değişmiştir. Açıkçası hâlâ çok demokratikleştiğimizi düşünmüyorum. Zaten böyle bir anayasa demokratikleşmeye asla izin vermez. Nitekim değişen biz değiliz. Devirdir. İnternet diye bir şey vardır. Hırçın, ele avuca sığmaz bir medya vardır. Sınırsız bilgi, sınırsız bilgi akışı… Darbe yapmak, kendini bilmez sivilleri (!) elde tutmak artık mümkün değildir. Bu noktada şunu söylemeliyim. Bu günün şartları, imkânları o günlerde olsaydı, darbe falan olmazdı. Olamazdı. Netice itibariyle biz modern zamanın imkânlarından yararlanıyoruz. Demokrasinin değil! 
Demokrasinin meyvelerinden yararlanabilmek için silah zoruyla oylanan anayasanın derhâl yırtılıp atılması gerekiyor. Aslında bakarsanız, aynı maddeleri siviller tekrar anayasaya koyabilir. Önemli olan sembolik de olsa demokratikleşebilmek benim için… 
Ne dersiniz, sizce de vakit gelmedi mi? Yeni, yepyeni… Kımıl kımıl… Darbele karşı, dertlere deva, görev dağılımını layığıyla yapan bir baba yasanın zamanı değil midir? Zamanıdır! Yeter ki anlayalım, yeter ki Ulu önderin anlatmak istediğini anlayalım… İşte o zaman en babasından anayasamızı yapabiliriz… 

7 Ekim 2010 Perşembe

Babası ve Oğlu


Dün akşam haberlerinde insanın tüylerini diken diken eden, insanı ait olduğu türden utandıran bir haberle karşılaştım. Haber şöyleydi.
Bir adam, trafik kazası geçirir ve Hakk’ın rahmetine kavuşur. Acı haberi aileye ulaştırmaksa bir polise kalır. Hakikaten ne zor iştir bu, değil mi?
Bir insana, sevdiği birini kaybettiğini, onu bir daha göremeyeceğini, onunla bir daha sohbet edemeyeceğini söylemek biraz acımasızca geliyor kulağa… Ama kader işte… Hele de haberi veren bir yabancıysa kaderin acımasızlığa ne katmerleşir kim bilir… Neyse efendim. Devam edelim.
Memur bey, adamın cep telefonunu karıştırır. Oğlunun numarasını bulur ve adamın oğlunu arar. Memur Bey düşünceli, ince ruhlu bir adammış ki “Babanız öldü!” dememiş. İşte, “Efendim babanız şurada trafik kazası geçirdi. Durumu ağır falan…” demiş. Peki, sizce böyle bir telefon görüşmesini yapan bir evlât ne yapar? Dahası siz olsanız ne yaparsınız? Sizin aklınıza gelenlerle benim aklıma gelenler bir sanırım. Ancak adamın ‘oğlu’nun akılına gelenlerin bizim aklımıza gelenlerle alakası yok! “Gelemem!”diyor. “Orası uzak!”diyor. Düşünebiliyor musunuz? Babanız ölüyor ve siz gelemiyorsunuz. Üstelik iki eliniz kanda olduğu için değil. Sadece uzakta olduğunuz için! Sebep bu! En azından diyalogdan çıkardığımız bu.
İçimde bir yerlerde hâlâ başka nedenler arıyorum. Hayır, bu evlâdın yaptığının mantıklı bir nedeni olmalı. Ve ben o mantıklı nedeni, kim bilir belki de kaybetmekte olduğumuz insanlığı arıyorum. Bulamıyorum ama bulmalıyım!
Muhtemel nedenleri düşünüyorum. Oğul pek fakirdir. Ve gerçekten uzak bir şehirdedir. Ama cep telefonu varsa bir insanın; babası için, babasının cenazesine yetişmek için satabilir değil mi?
Nedenleri düşünmeye devam ediyorum. Gerçekten işe yarar hakiki nedenler de geliyor aklıma. Öyle nedenler ki çocuğu aklarken babasını batırıyor. Üzgünüm ama bir çocuğun babasına karşı bu derece acımasız olması için babasının çok fena işler yapmış olması gerekiyor, bence.
Benim de benden veya karşıdakinden kaynaklı küskünlüklerim var. Ve bana kalsa çoktan bitiririm bu küskünlüğü. Dahası düşman bile olsam, kültür gereği, din gereği, insanlık gereği ölen bir insana düşman olmaya devam edemem. E peki o zaman ne bu oğlun derdi?
Hâli hazırda baba olmamak için yeterince nedenlerim vardı: Savaşlar, açlık, sefalet, ahlâki yozlaşma, iyi bir gelecek hazırla(yama)ma… Bu baba-oğul ilişkisinden haberdar olunca baba olmamak için bir nedenim daha oldu doğrusu. Böyle bir dünyaya çocuk getirmeye, getirip de ona düşman olmaya ne hacet! Çok mu gaddarım. Sanmıyorum. Ben sadece biraz korkağım. Kendi oğluma küsemeyecek kadar korkak.
Aslında bildiğim hiçbir şey yok! Haber üzerine söylediklerim sadece tahminden ibaret. Amacımsa durumu anlamlandırmak. Bana acı verecek kadar manadan yoksun bu durumu insanileştirmek! Fakat heyhat! Başaramıyorum…

13 Eylül 2010 Pazartesi

Go Turkey!


Dünya Basketbol Şampiyonası’nın heyecanını birbirinden güzel reklamlar sayesinde daha şampiyona başlamadan yüreklerimizde hissetmiş, gizliden gizliye final hayalleri kurmaya başlamıştık. Turnuva başlayınca anladık ki gruptaki rakipler bize birkaç gömlek küçük! Dikkate değer bir Yunanistan vardı ama onlar da Bizans oyunlarıyla nereye kadar gidebildiler-gidemediler, gördük. 
Henüz gruptaki durumumuz bile netleşmemişti. Ama her maç öncesi ’12 Dev Adam’ marşıyla coşan bir tribün, her maç sonrası galibiyeti ‘Dağ Başını Duman Almış’la kutsayan bir takım vardı! Bunun bir görevdeşlik (sinerji) olduğunu anlamak için uzman olmaya gerek yok zaten… Hâl böyle olunca daha turnuva başlamadan kurduğumuz hayaller, deyim yerindeyse ete kemiğe büründü ve biz hayalden plana geçiş yaptık. Artık finali hayal etmiyor, planlıyorduk…
Tabii bu durum daha çok taraftarlar için geçerli. Nitekim federasyonumuz işin başında da herkesten daha inançlıydı. Arada ilginç olaylar da yaşandı. Mesela ponpon kızlar mevzusu… Uçan kuşun laikliğinden şüpheden bir toplum olduğumuz için normal şartlarda bu olay hükümeti bile düşürebilirdi (!) Ancak ayrıntıya takılacak vakit değildi. ;)
Final yürüyüşü bize alt yapı sorunlarımız olduğunu, sorunlarımızla başarımızın inanılmaz tezatlığını bile unutturmuştu. Bir işgüzarın Sayın Başbakan salona geldiği gün pon pon kızların gösteri yapmasına engel olmasıyla uğraşacak değildik! Ama ben yeri gelmişken bu konuya değinmek istiyorum… Bu yabancı kökenli bir gösteridir. Basketbolun yan ürünüdür diyebiliriz. Bir çeşni olarak maçlarımızda yer verebiliriz. Ancak milli duygularla seksi kızları bağdaştırırken şahsen bocalıyorum. Kadın haklarını savunurken, erkek egemen bir oyuna kadınların meze olması bana engel oluyor. Hayır, ille gösteri yapacaksak dansöz (hoş, onlar da kültürümüze sonradan dâhil olmuşlardı) oynatalım… ;)
Biliyorum çok mantıklı değil, ama bizim açımızdan şahane bir turnuva devam ederken ponpon kızların rol çalması, buna çanak tutacak işgüzar engellemeler olması da mantıklı değil! Yani onlar olsa da olur, olmasa da! Olmasa yerine başka şey konabilir, olurlarsa bu seksi kızları (danslarını değil) izleriz! ;)
Turnuva başlamadan önce benim tahminim iddialıydı. İlk dört demiştim. Hatta ek olarak ilk dördü de saymıştım. Bu gün itibariyle dört yarı finalistin üçünü bilmiş bulunuyorum. Beni yanıltan takımsa İspanya’ydı. Neyse… Başlangıçta yaptığım başarılı tahminlerden de cesaret alarak yeni tahminimi açıklıyorum: Şampiyon Türkiye!
12 Dev Adam’ın potaya bıraktığı her sayının bize bin bir getirisi oldu. En başta da yeni basketbolcu adaylarının önünü açmaları geliyor hiç şüphesiz. Futbola nazaran kısıtlı desteğe rağmen yaptıklarını düşünmek insanı futboldan soğutuyor! İyi bir futbol meraklısı olmama rağmen doğacak çocuklarımın basketbolcu olmasını isterim. Dahası çocuklarımın isimlerini Ersan, Ömer, Hido, Semih hatta Tanyeviç koymayı bile düşünüyorum… Evet, en isabetlisi sonuncusu olur: Tanyeviç… Öyle bir efsane ki birçoğumuz gripken bile işe gitmezken sevgili Tanyeviç, o melun hastalığına rağmen işinin başında!
Üst üste başarılar alarak galibiyeti seriye bağladığımız günlerden beri FİBA’nın resmi sitesini düzenli olarak takip ediyorum. Ancak yetkililerin yaptığı açıklamalardan ziyade haberlere yapılan yorumlar dikkatimi çekti hep. Mevzu ne olursa olsun, Türkiye bütün yorumlarda kendine yer buluyor. Dünyanın her yerinden destekleyici yorumlar mevcut sitede. Genel olarak en beğenilen takım bizimki. Hemen her yorumda tebrik ediliyoruz, övülüyoruz… Hemen her yorumun sonunda şu cümleyle karşılaşıyoruz: GO TURKEY![1]
Bu yorumları görünce duygulanmamak elde değil! Tüm dünyanın sempatisini ve takdirini kazanmış olmak büyük bir gurur doğrusu!12 Dev Adam’ın işini iyi yapması milyon dolarlık reklamı da bedavaya getirmiş görünüyor. Bu noktada mükemmel bir ev sahipliği yapmamızı sağlayan federasyonu tebrik etmeliyiz bence. Eminim ki futbolda 2016’yı bize vermeyenler 2020 için başvurduğumuzda 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nı göz önüne alarak sağlıklı karar verecektir! Bu akşam yarı final var. Yarınki finale son adımdayız… Ne diyelim: GO TURKEY!

[1] Bastır Türkiye!

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...