30 Haziran 2015 Salı

Kıyamet Değil De Ne?

Birkaç gün evvel bir video izledim. Sahura az bir zaman vardı. Ancak uyanıktım. Bir şeyler yemeden önce şöyle bir Facebook’a bakarak vakit geçireyim dedim. Bir arkadaşımın paylaştığı videoyu gördüm. Dayanamadım, videoyu kapatmak istedim bir an. Ama yapamadım. Lanetlenmişçesine donup kaldım. Nihayet video bitince gecenin bir vakti lanetler, beddualar ederek kalktım bilgisayarın başından.

Görüntülerde iki çekik gözlü, beyaz tenli ergen kendileri gibi çekik gözlü ama kendilerine nazaran daha zayıf, daha esmer ve çok daha küçük olan bir çocuğu ellerinden ayaklarından bağlamışlardı. Yüzüne gözüne tokatlar, tekmeler atıyorlardı. Hatta ellerindeki izmariti derisine ve yüzüne bastırıyorlardı. Kendisini korumaya çalışan çocuk, elleri ve kollarını yüzüne kapadığında ensesi açıkta kalıyordu. Bunu fırsat bilen zalimler, izmariti ensesinden içeri atıyorlardı. Çocuk, izmaritten kurtulmaya çalışırken sopayla vuruyorlardı yüzüne gözüne.

Ergen zalimler işkence ettikçe keyifleniyor, kahkahalar atıyordu. Çocuksa, bu kahkahalara ara sıra inlemelerle karşılık veriyordu sadece. Gerçekten bizim çocuklarımız en ufak bir şeyde bile gözyaşlarını akıtırken, onca acıya rağmen o yavrucağın gözyaşları pek akmıyordu. Duyarsızlaşmıştı adeta. Artık ne kadar işkenceye maruz kaldıysa…

Otuz yaşına geldim. Bırakın savunmasız bir masuma, ölümü hak eden bir zalime bile bu zalimlikleri yapmayı hiçbir zaman aklımdan dahi geçirmedim. Dahası bu zalimliklerin zerresini yapabilecek bir insan ile karşılaşmadım. Ömrüm boyunca karşılaştığım en kötü insan bile melek kalır bunların yanında.

Hayatta her şey gibi şiddet de öğreniliyor. Ondan olsa gerek bu iki zalim ergen, bu kadar zalimdi. Belli ki büyüklerini taklit ediyorlardı. Artık büyükleri ne zalimlikler yapıyordur, Allah bilir!

İyi de insan, nasıl bu kadar zalim olabilir? Gerçekten bir insanın bir canlıya bunları yapabilmesi için nasıl bir şeyler yaşaması gerekir acaba? Neyin intikamı olur ki? Nasıl bir nefrettir ki bu? Bu… Bu nedir Allah aşkına? En acı kavram bile kifayetsiz kalıyor bunları anlatmak için…

İddiaya göre videodaki zalimler Çinliydi, mazlum ise Türk. Ve bu videoyu aklım(ız) almasa da bu videodan yüzlercesi var internette. İnanın, hiçbirini izlemeye yüreğiniz dayanmaz. Ancak bir de videoya çekilmeyenler var…

Biz izlemesek de… Biz görmesek de… Biz mutlu yuvamızda kendi çocuğumuzun şımarıklıklarına dertlensek de… Biz Ramazan huzurunu yaşamaya çalışsak da… Biz tatilin keyfini çıkarsak da…

Dünyanın bir yerlerinde zalimler mazlumlara işkence ediyor, tecavüz ediyor; mazlumları kesiyor, biçiyor, lime lime ediyor, diri diri yakıyor, öldürüyor, öldürmekten beter ediyor…

Tam şu anda Afrika’da, Filistin’de, Suriye’de, Kobani’de, Arakan’da, Myanmar’da,Afganistan’da,  Türkistan’da milyonlarca masum yaşamanın değil, ölmenin hayalini kuruyor ölmenin! Tam şu anda zalimler, bin bir bahane ile masumlara dünyayı dar ediyor…

Mazlumlar ve zalimler her devir değişse de bu günkü mazlumlar da belli zalimler de… Dahası HzMuhammed’in (s.a.v.) "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır." diyerek işaret ettiği şeytanlar da belli, kimin onun ümmeti olduğu da belli.

Sözde Müslüman olan ülkeler, sözde büyük olan devletler, sözde hümanist Batı, faydasız BM bu zulümlerin durması için daha ne bekliyor? Kıyametin kopmasını mı? Allah aşkına, bu kıyamet değil de ne?

23 Haziran 2015 Salı

Accık Hoşgörü Lütfen...

Accık hoşgörü lütfen...

Birkaç gün evvel medyada bir haber yer buldu kendine. Habere göre iki kendini bilmez yol kenarında sigara içen bir kadına, “Neden oruç tutmuyorsun da sigara içip bizi tahrik ediyorsun?” diyerek sözlü ve fiziki tacizde bulunmuştu. Haberin başlığını görünce daha ayrıntısına bakmadan olayın yaşanmış olabileceği şehri tahmin ettim,Erzurum.
Şimdi bazılarınız yazımda bir ön yargı sezip yazıyı çoktan bırakmıştır. Özellikle Dadaşlar… ;) Yazıda sadece ön yargı değil karalama da var. Ama bunu ben değil, güzide basınımızın bir kısmı yapıyor! ;)
Bu alıştığımız ancak görmek istemediğimiz olay Erzurum’da yaşandı. Ancak bu Türkiye'de yaşanan ilk olay değildi. Hele hele sadece Erzurum’a özgü hiç değildi! Nerdeyse Türkiye’nin tamamında benzer olaylar yaşanmasına rağmen biz Erzurum gibi illerimizin haber olduğunu görüyoruz daha çok… Bunun adı karalama değil de nedir Allah aşkına?
Üniversiteyi Erzurum’da okuyan biri olarak bu tarz haberler için şunu söylemek isterim. Yaşadığım diğer şehirlerde ne ile karşılaştıysam, Erzurum’da da aynısı ile karşılaştım! İstanbul da aynıAdana da Iğdır da... Bir şehri gavur, öbürünü yobaz olarak afişe etmenin hiçbirimize hayrı yok!
İşin kötüsü karalamayı hepimiz seviyoruz. Mesela bu olay oruç üzerinden değil de başka bir konu üzerinden olsaydı... Saldırgan ve mağdur yer değiştirseydi… Yani saldıran muhafazakâr görünen değil de diğeri olsaydı…  Dahası mağdur olan muhafazakâr biri olsaydı... Hele şehir de biraz dahabatıda olsaydı… Malûm haberi yapan güzide basınımızın bir kısmı benim bahsettiğim hayali haberi çok sallamazken,  malûm habere yüz vermeyen güzide basınımızın diğer kısmı benim bahsettiğim hayali habere balıklama atlayacaktı. Yazık, çok yazık!
Gelelim asıl konuya…
Hayatta her işte öncelikler vardır. Önce ilk tuğlayı koymadan bir duvar öremezsiniz. Her sistemin, dinin temel dayanakları vardır. Bu bağlamda her din gibi İslâm’ın da kuralları, kaideleri, ritüelleri var. Ve oruç da İslâm’ın en önemli ibadetlerinden biridir. Ancak oruç başta olmak üzere diğer ibadetleri yerine getirirken bir Müslüman’ın vazgeçmemesi gereken bir şey daha vardır: Hoşgörü.
Her ne kadar bizler peygamberler kadar hoşgörülü olamazsak da onların hayatlarındaki birçok sorun karşısında hoşgörülü olduklarını ve bu yolla birçok sorunu çözdüklerini bilmeliyiz. Ona göre hareket etmeliyiz. Sonuçta bu bir yerde sünnet!
Bir kere hoşgörüsüz insan bencildir. Kibirlidir, öfkesini kontrol etme gereği hissetmez. Sabrı nerdeyse hiç yoktur. Bu saydığım özelliklerin hiçbiri bir Müslüman’a yakışmaz.
Kaldı ki bence hoşgörü, esas azınlıkta olanlar için elzemdir. Nitekim çoğunlukta olanlar, başkalarının hoşgörüsüne muhtaç olmadan da isteklerini gönül rahatlığıyla yerine getirebilir. Venamaz gibi birçok ibadeti atladığı hâlde oruç tutan milyonlarca Müslüman olduğunu düşünürsek…Ülkemizde oruç tutanların değil, oruç tutmayanların azınlıkta olduğunu görürüz. ;)
Ramazan ayında oruç tutanın yanında açıktan bir şey yememek-içmemek vicdani bir şeydir bence. Ve modern hukuk vicdansızlar karşısında çoğu zaman çaresizdir. Şükür ki öteki dünya var. ;)
Müslümanların orucuna saygı gösterdiği için bir Yahudi’nin cennetlik olduğu rivayet edilir. Aynı şekilde Osmanlı zamanında Müslümanlar oruçluyken ulu orta bir şeyler yemeyen Yahudilerin olduğu da sıkla anlatılır. Yine de ben İsrail Filistin’i her bombaladığında, o günkü Yahudilerin saygıdan ziyade korkudan böyle hareket ettiklerini düşünürüm nedense.
Her şeye rağmen Ramazan ayını, oruçluların yanında bir şeyler yiyip içenlere küfür ederek geçiren oruçluları hiç anlamıyorum. Sen zaten, orucunu tutarak öteki dünyadaki ödülünü hak ediyor dahası Allah’ı razı ediyorsun. En azından amacın bu. Hâl böyleyken hangi çılgın seni tahrik edebilir ki? Dahası senin inancına göre, oruç tutmayan vatandaş da büyük bir günah işliyor ve Allah’ın ön gördüğü cezayı hak ediyor. Daha ne istiyorsun? Allah’ın vereceği cezadan şüphen mi var? ;)
Karşımızdaki bizim inandığımıza inanmayabilir. Hatta bizden, inancımızdan nefret de edebilir. Dolayısıyla bizi gözetmeden hareket edebilir. Söz gelimi biz oruçluyken günün en sıcak vakti karşımıza geçip su içebilir. Hem de lıkır lıkır… (Neyse ki ben henüz susamadım. ;) ) Geçekten bir insan bu kadar hoşgörüsüz olabilir! Eğer hoşgörü dininin mensupları olan bizler onu hoşgörümüzle alt edemezsek, ne farkımız kalır ki zaten?
Sonuç olarak “Accık hoşgörü lütfen!” diyorum. ;) Bu arada bu lafım hepimize... ;) 

10 Haziran 2015 Çarşamba

Demokrasi Bayramı...



İnsanlık daha iyi bir sistem bulana kadar en iyi yönetim şekli demokrasidir, desek yanlış olmaz herhalde. Demokrasinin olmazsa olmazı ise sandık yani seçimdir.

İş sandığa gelene kadar eşitlik, çoğulculuk, özgürlük, demokrasi falan filan daha çok zihinlerde, ulaşılması hatta anlaşılması güç soyut kavramlar olarak yer bulur kendine. Ancak ufukta sandık göründü mü dimağlarımızdaki bütün o güzel kavramlar somutlaşmaya, ete kemiğe bürünmeye başlar. Hele bir de sizin partiniz kazandıysa daha bir inanırsınız demokrasiye. ;)

Ama tabii kaybedince, egonuzu da şımarık yetiştirmişseniz, bir inançsızlık oluşabilir. “Yar bana bir demokrasi…” diyen coşkulu dilleriniz, “Demokrasi için eğitim şart efenim!” demeye başlayabilir kibirle. Aman diyeyim… ;)  Şaka bir yana, demokrasi için eğitim ön koşuldur gerçekten. Ancak bu koşulu başlangıçta unutup, sonda hatırlamak da eğitimli insan işi değil! ;)

Sahi bu demokrasi niye bu kadar güzel? Neyini bu kadar seviyoruz? Neden henüz keşfedilmemiş daha iyi sistemler olduğunu düşünmüyoruz? Hiç düşündünüz mü?

Bence demokrasinin insanlık için vazgeçilmez olmasının nedeni, insanın fikrinin sorulmasıdır. Kendinizi, hayatınızı bir düşünün… En son ne zaman bir konuda fikriniz soruldu? En son ne zaman bir konuda gerçekten fikrinize değer verildi? En son kim size “Senin fikirlerin benim için önemli!” dedi. Ya da siz, en son hangi konuda kimin fikrini sordunuz? En son kime değer verdiniz? ;)

Dünyada inandığı dinini yaşayamayan, yaşasa bile saklayan insanlar var… Eş seçerken, iş seçerken fikri sorulmayan binlerce hatta milyonlarca insan var. İstediği gibi giyemeyen istediği gibi gezemeyen insanlar var. Hatta kaçak mı yoksa yerli çay mı tercih edeceği bile sorulmayan insanlar var… Ve onlara bu zalimlikleri yapanlar, çoğu zaman en yakınları oluyor… İşte demokrasi sayesinde bu insanların da fikri soruluyor. Hem de ülke yönetimi konusunda!

Demokrasiye yaklaşımım böyle olunca sandık da seçim de siyasi anlamlarından sıyrılarak insani bir anlama bürünüyor, benim için. Ve ben insanın fikrinin sorulduğu en büyük organizasyonun, seçimin, yapıldığı günü bir bayram olarak görüyorum. Evet, her hür insanın fikrinin sorulduğu seçim günü bir bayramdır, Demokrasi Bayramı. ;)

Hafta sonu coşkuyla kutladığımız bayram, ülkemiz için hayırlı olur inşallah. Şimdi bayram falan deyince siyasi anlam çıkarıp erken seçimden yana olduğumu düşünenler olabilir. Kesinlikle öyle bir şey yok. Ben seçimi bayram olarak görüyorum ama şimdi bayram da masraf demek tabii. ;) Bilmem anlatabildim mi? Öte yandan insanın fikrinin sorulduğu yani insana değer verildiği her gün bayramdır zaten… Değil mi?

1 Haziran 2015 Pazartesi

Nükleer Enerji...


Son yıllarda ülke olarak nükleer enerjiye kafayı takmış bulunuyoruz. Üç grup hâlindeyiz... Nükleer enerjiyi elzem olarak görenler, facia olarak görenler ve kararsızlar... Sanırım söz konusu nükleer enerji olunca bu tasnif dünyanın her yeri için geçerli olabilir.
Nükleer enerjiyi elzem olarak görenler, modern çağda sürekli artan enerji ihtiyacını vurgulayarak başlıyor söze. Derken aslında onların da yenilenebilir enerjiden yana olduklarını belirterek karşı tarafa bir jest yapıyorlar. Hemen ardından faydamaliyet analizlerini sıralamayı unutmuyorlar tabii! Nükleer enerjinin depolanabildiğini, nükleer enerji santralleri olursa enerjide dışa bağımlılığın azalacağını belirtiyorlar. Nükleer enerji üretebilmek için kurulacak tesislerin belirli bir standarda göre kurulması gerektiğinden diğer birçok sektörde de politikaların modernize edileceğini umutla dile getiriyorlar. Aynı umutla nükleer santral kurmak için başka sektörlere de ihtiyaç duyulacağını, dolayısıyla ekonomide de bir hareketlilik olacağını bir siyasetçi edasıyla anlatıyorlar. Vee... "Herkeste var, bir bizde yok! Hiç yok!" diyerek son vuruşu yapıyorlar.
Nükleer enerjiyi facia olarak görenler ise ne kadar güvenli santraller yapılırsa yapılsın olası kazalarda etkilenen insan sayısının çok fazla olacağına dikkat çekiyorlar evvela. Maalesef sağlam örnekleri de var: Çernobil, Fukuşima... Bilinenin aksine nükleer enerjinin hiç de kârlı olmadığını çarpıcı bir şekilde açıklıyorlar. Ve diyorlar ki nükleer enerjiden elde edilen kâr, nükleer santrallerden ötürü oluşan hastalıklarla mücadelede harcanan paraları karşılamıyor. Bunun yanı sıra alternatif enerjilerin daha uygun olduğunu ekliyorlar. Son olarak da herkeste nükleer enerji olmadığını, aksine durumu fark eden birçok ülkede nükleer santrallerin kapatıldığını söylüyorlar.
Üçüncü gruptakilerin, kararsızların, durumuna pek uygun bir Nasreddin Hoca fıkrası var. Dilerseniz önce hocanın fıkrasına bir bakalım.
Nasreddin Hoca, kadılık yaparken bir gün bir ahbabı burnundan soluyarak gelmiş. Hasmı için söylemediğini bırakmamış. Sonra "Hocam, Allah aşkına söyle, haklı değil miyim?" demiş. Hoca ne yapsın? "Haklısın." demiş.
Ahbabı sinirleri yatışmış olarak gitmiş. Onun hemen arkasından hasmı gelmiş. Bu defa da o başlamış atıp tutmaya... Sonra o da hocaya sormuş, "Haklı değil miyim?" diye. Hoca "Vallahi çok haklısın." demiş. Adam da sakinleşerek gitmiş. Tüm bunlara tanık olan hocanın karısı bile bu işe şaşırmış kalmış.
"Senin kadılığın da bir garip Hoca Efendi. İkisine de 'Sen haklısın!' dedin. Hiç öyle şey olur mu?" diye sormuş hocaya. Nasreddin Hoca hanımının yüzüne bakıp "Hatun, sen de haklısın!" demiş.
Gerçekten kararsızların durumu tam da Nasreddin Hoca gibi... İki tarafın da argümanlarını dinliyorlar ve iki tarafı da haklı buluyorlar. Fakat ironik bir şekilde nihai bir karara ulaşamadıklarını da fark ediyorlar. Onları çok iyi anlıyorum. Çünkü ben de bu gruptayım.
Ve bence iki tarafta doğru bildiklerinden ziyade inandıklarını söylüyor. Mesela nükleer enerjiyi elzem olarak görenler, nükleer enerji reklamlarında gülen yüzlü çocuklar kullanılmasını hiç yadırgamıyorlar. Oysa Çernobil'den sonra hâlâ dahi vücudu değişik şekillerde doğan çocukların dünyaya geldiğini biliyorlar, bilmeliler. Ya da nükleer enerji için harcanabilecek paraların başka bir enerji için kullanıldığında da benzer verimin alınabileceğini hesaba katmıyorlar. Ya da ihtiyaç duyulan enerji kadarını ve belki de daha fazlasını israf ettiğimizi atlıyorlar.
Aynı şekilde nükleeri facia olarak görenler de dünyadaki santrallerden habersizmişçesine karşı çıkıyorlar. Sanki nükleeri biz bulduk, onlarca santralle dünyayı biz kirletiyoruz. Eğer dünyanın kirliliğinin müsebbibi aranacaksa önce 104 santrali olan ABD'ye, 59 santrali olan Fransa'ya, 55 santrali olan Japonya'ya, 31 santrali olan Rusya'ya, 20 santrali olan Güney Kore'ye, 19 santrali İngiltere'ye, 18 santrali olan Kanada'ya, 17 santrali olan Almanya ve Hindistan'a bakmalıyız. Ancak çok sonra 0 santrali olan Türkiye'ye bakabiliriz. Hatta bakamayız! Yoksa komplo teorilerinde haklılık payı yok demek zorlaşır.
Öte yandan çevremizde nükleer santrali olan ülkeler var. Şahsen bunlardan birinin, Metsamor'un, dibinde büyüydüm. Ve maalesef komşuda nükleer olunca önüne set çekip de "Aman zararları bize gelmesin!" diyemiyorsunuz. Nitekim size kanserden ölen tanıdığım on kişiyi sayabilirim. Anlatmak istediğim bizde olmayınca zararlarından kurtulmuş olmuyoruz... Sonuçta tarihi geçmiş Metsamor, bizim yapacağımız son model santralden kat be kat daha tehlikeli.
Netice itibariyle şahsen artılar ile eksileri bir araya getirince birbirlerini götürdüler ve ben yine bir "0" elde ettim. Yani kararsızım. Yani Nasreddin Hoca misali, iki tarafa da "Sen de haklısın!" diyorum... ;)

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...