25 Kasım 2016 Cuma

Gençlerle Başbaşa






Bu gün sizlere Ali Fuad BAŞGİL'in Gençlerle Başbaşa adlı kitabını öneriyorum. Bazı kitaplar için "baş ucu kitabı" deriz ya... İşte bu kitap onlardan biri!

Yazarımız hukukçu ve siyaset adamıdır. Ordinaryüstür. Okurken çok sevdiğiniz dedeniz size tatlı tatlı öğüt veriyormuş gibi hissedeceksiniz! Bunun nedeni ise bilgece fikirlerin yanı sıra yazarın karşı konamayacak bir üslup kullanması!

Hem gence hem yaşlıya; öğrenmek isteyen herkese hitap eden bir kitap... Akşamları ailecek satır satır okunacak bir kitap... Geç kalıp da yıllar sonra "Keşke daha önce okusaydım dememek için... Okuyun, okutturun! ;)


19 Kasım 2016 Cumartesi

Yanlışla Doğruya Varılmaz!





Nicedir yoğundum. Bloga vakit ayıramıyorum diye üzülüyordum. Nihayet fırsat bulunca şöyle güzel bir konu gelse de keyifle yazsam diye beklemeye başladım... Cuma günü yukarıdaki kararı sosyal medyada görünce maalesef yazı konum da belli oldu.

Kararı ilk gördüğümde aldırmadım. Karalama amaçlı yalan haber sandım. Çünkü kararı sürekli hükümetin açığını arayan, daha çok karalama haberleri paylaşmayı görev bilen arkadaşlar paylaşıyordu... Güvenirliği yoktu! ;) Öğlene doğru taraflı tarafsız herkes paylaşınca ufak bir araştırmayla yalan haber olmadığını anladım. Bu sefer yazıyı birkaç kere okuma gereği hissettim. Çünkü bir filmde karşımıza çıksa "Yok artık!" diyeceğimiz şeyler yazıyordu kararda.

Elbette aklı başında hiçbir insan tecavüzü ya da tecavüzcüyü destekleyemez. Hele bir hükümet asla! Zaten mevcut iktidar da bu konularda en sert tedbirleri almıştır. Bu noktada haklarını teslim etmek gerekir. Bu konuda fikir edinilmesi açısından Adalet Bakanı Sn Bekir Bozdağ'ın yaptığı açıklamaların bir kısımını aktarmak istiyorum:

"Küçük yaşta evlilikleri önlemek için Türkiye'de en önemli tedbirleri Ak Parti hükümetleri aldı. Eski TCK'daki evlenerek cezadan kurtulmayı sürekli sağlayan düzenlemeyi (Eski TCK. 423,434'ü) Ak Parti, 2004'te yürürlükten kaldırdı. Eski TCK'da 'adabı umumiye ve nizamı aile aleyhine cürümler' başlığı altında düzenlenmiş cinsel saldırı suçlarını, yeni TCK'da; 'kişilere karşı suçlar' kısmında, 'vücut dokunulmazlığına karşı işlenen suçlar' arasına Ak Parti hükümeti aldı. Eski TCK'daki evlenme vaadiyle kızlık bozanın, aynı kızla evlenmesi halinde cezayı düşüren düzenlemeyi de Ak Parti kaldırdı (Eski TCK.423) Erken yaşta evliliklerin önüne geçmek için zorunlu eğitimi 12 yıla Ak Parti hükümeti çıkardı. Çocukları, kadınları korumak için Anayasaya pozitif ayrımcılığı koyma dahil önemli adımları atan Ak Parti'yi buradan vurmak, haksızlıktır."

Bütün bunlara şapka çıkarmamak mümkün değil. Bir baba ve bir öğretmen olarak her biri için ayrı ayrı teşekkür etme gereği hissediyorum. Ama son tasarının bütün bunlara yakışmadığı da bir gerçek! Siyasi görüşünü bir kenara bırakan ve azıcık empati kurabilen herkes buna ikna olabilir... Şu bir gerçek, öncelikle ilkeler çiğnenmiştir... Sonrasında gelecekte de böyle yasalar çıkar nasılsa algısı oluştuğu için teşvik unsuru oluşmuştur. 

Güya yasalardan haberdar olmadığı için küçük yaşta evlenen ve yıllarca hapis tehlikesi ile yaşayan insanlar varmış... 3000 kişiden bahsediliyor! Güya diyorum çünkü haberdar olmadıklarına inanmıyorum... Nitekim kendilerinin haberi yoksa analarının babalarının haberi vardır, olmalıdır. Yoksa birinci suçlu onlardır bence. Zaten Adalet Bakanı Sn Bekir Bozdağ da benzer bir noktaya değiniyor... "Esasında annelerin, babaların yaptığı büyük yanlışlığın cezasını hem kadın hem erkek çekiyor." diyor. O zaman bu suçun sorumlusu kimse cezasını çeksin!

Yine Adalet Bakanı Sn Bekir Bozdağ, "yasa geriye dönük olacak, geleceği kapsamayacak" dedi. Madem bu tasarı iyi bir şey... Neden geleceği kapsamıyor? Yok, kötü bir şey.. Neden kötü niyetli insanlara âdeta umut verilerek teşvik sunuluyor?

Öte yadan diyelim ki ülkede çok fazla cinayet işleniyor... Ya da gasp almış başını gidiyor... Diyelim ki yolsuzluk artmış durumda... Ya da amansız bir şekilde terör saldırısı altındayız... Ne yaparız? Bunları meşru hale mi getiririz yoksa daha sert önlemler mi alırız? Cevap belli! ;)

Bu vb tasarılarla belki bazı sorunlar çözülüyor, birtakım mağduriyetler gideriliyor... Ama değerler, ilkeler alt üst ediliyor. Âdeta "bir kereden bir şey olmaz" diyerek yol gösterildiğinin farkına bile varılmıyor... Sonuçta ise bütün kadınlar aşağılanıyor.

Tecavüz işlerine bulaşan insanlar emin olun ki bir şekilde işi nikaha vardıramadıkları için hayıflanıyorlardır... Gerçekten onların bundan yararlanamamasının tek nedeni işi nikaha vardıramamaları... Yani para, tehdit vs ile bir şekilde nikah kıyılsa onlar da yırtacaktı şimdi... Belki de yırtan var. İşte tam da bu noktada tecavüzcüler desteklenmiş oluyor!

Şu "küçüğün rızası" olayına gelince... Yahu söz konusu ülke Danimarka değil! Kadın kim ki? Onun fikrini soran kim? O böyle bir durumda anası babasına karşı geldiği için bizzat anası babası tarafından namus adına öldürülmediğine şükür ediyor... Yalan mı? Velev ki rızası olsun... Velev ki 16 yaşında iki çocuk deli gibi sevsinler birbirini... Sevgileri karşısında durup mantıklı olan şeyleri mi söyleyeceğiz yoksa suçlarına ortak mı olacağız? 

Kendi kızına sarılmaya kıyamayan insanlar hele hele kadınlar, 14 yaşındaki çocukları evlendirenlerin hakkını nasıl savunur? Aklım almıyor, ruhum daralıyor... Gerçekten bunu savunan insanlara sormak istiyorum... Kendi çocuklarınızın öyle ya da böyle evlenmesine onay verir misiniz? Evet ise bravo. Hiç olmasa dürüstsünüz. Ama hayır ise diyecek söz bulamıyorum size!

Sebebi ne olursa osun, geçerliliği ne kadar sürerse sürsün, mecliste alınan karar ile açık bir şekilde reşit olmayan kızlara göz koyanların sırtı sıvazlanırken tüm kadınlar aşağılanmıştır. Keşke ölseydim de TBMM'de böyle bir karar alındığını görmeseydim. Gerçekten bir kız babası olarak utanıyorum!


15 Kasım 2016 Salı

İçimizdeki Erol Büyükburç




Milli takımın durumu hepinizin malumu... Saç baş yolduruyorlar... Ama alışmadık da değil hani! Ondan olsa gerek kaza ara maç kazanınca bile aldırmıyoruz... İlginç bir totem yapmış gibiyiz. Sanki kazandığımızda sevinirsek bir dahaki maçı kazanamayacakmışız gibi çaktırmadan seviniyoruz... ;) Tabii hepimiz değil! Bazılarımız hiçbir şekilde sevinemiyor! ;) Bir şekilde mutsuz olmayı her daim başarabilenlerden bahsediyorum...

Milli takımın Kosova'yı 2-0 yendiği maçı arkadaşlarla izledik. Arkadaşlarla maçı izlerken halı sahada iki top süremeyen bir arkadaş Fatih Terim'i eleştiriyordu. Bu arada arkadaş, şu her daim mutsuz olmayı başaran tiplerden... Neyse... Fatih Terim'in zaten hiç futboldan anlamadığından, taktik falan bilmediğinden, sadece biraz şanslı olduğundan, saçma bir futbol oynattığından falan bahsediyordu... Hem de edepsiz bir şekilde... Belli ki okuduğu daha doğrusu dinlediği spor yazarlarının görüşlerinden bir kolaj yapmıştı... Ama farkında bile değildi. O bilgilere kendisi yılların birikimiyle ulaşmışcasına davranıyor, âdeta ahkam kesiyordu... Hem de gerçekte rezil durumda olduğu bir konuda... ;) Bütün bunları kendisine de söyledim... Beni de eleştirdi kereta! Yazıyı görmese bari! ;)

Durumunu biraz düşününce zaman zaman hepimizin Fatih Terim'in düştüğü duruma düştüğünü fark ettim. Gerçekten bazen hepimiz orantısız bir şekilde eleştiriliyoruz. Tam takdir beklerken alakasız bir şekilde hiç haddi olmayan kişilerce eleştirilebiliyoruz...

Ancak bence Fatih Terim'in durumunda olmaktan daha beteri var... Yani haksız yere, çoğu zaman edepsizce, eleştirilmek... Gerçekten bundan daha beteri var. O da "İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır"madan başkalarını eleştirmek... Gerçekten evde, işte, sokakta... Kendisine bakmadan başkasını fütursuzca eleştireni çok görmüşsünüzdür. Hepimizin hayatında eleştirdiği insanlardan daha beter durumda olan böyle insanlar var... Hatta bunu bizzat siz yapmışsınızdır... ;) 

Mesela hiç kitap okumayan birinin milletimizin cehaletinden dem vurduğuna çoook şahit olmuşsunuzdur! ;) İşlerini katakulli ile yürütmekte mahir bir arkadaşınız devlet büyüklerini yolsuzlukla suçladığında ağzınız bir karış açık kalmıştır sizin de. Yahut üç cümle sonra karşısındakine hakaret eden insanlar hoş görüden bahsettiğinde şok olmuşsunuzdur... Ya da ellerinde fırsat varken insanları ezen ya da buna ses etmeyen insanların kendileri ezildiğinde adaletten bahsettiğini görünce sizin de çıldırmışlığınız vardır... 

Yıllar önce rahmetli Erol Büyükburç jüri olarak katıldığı bir programda kendisine yeterince söz verilmediğinden yakınmıştı. Durum onu o kadar sinirlendirmişti ki âdeta patlamıştı. Ve "Niye bana sormuyorsunuz. Ben burada saksı mıyım? Ben saksı değilim! Bana saksı muamelesi yapamazsınız.En çok bana soracaksınız. Ben dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından biriyim..." diyerek programdaki herkesi hatta izleyicileri haşlamıştı. Bu çılgınlığı ona bile çok görürken biz çok daha beterini yapıyoruz her gün...

Gerçekten düşünün bir... Eleştiri falan tamam da... Kendi halimize bakmadan insanları hem de çirkin bir şekilde eleştirmek... Bu, tam anlamıyla kibir! Kendimizi o kadar beğeniyoruz ki her işe gücümüzün yeteceğine inanıyoruz... İstesek yapamayacağız iş olmadığında hem fikiriz hepimiz... Özellikle para getiren işlerde kendimize çok güveniyoruz! ;) Bizim olmamız gereken yerde  (!) başkalarının olmasını kabullenemiyoruz! O yüzden herkesin işine karışıyor, herkesi eleştiriyor hatta haddimizi çok çabuk aşıp hakaret ediyoruz... Hayır, her işin en doğrusunu bir biz biliyoruz... En iyi biziz..... En mükemmel de... En en eniz biz... Milletçe Erol Büyükburç'a bağlamışız âdeta! ;) İçimizde, çok da derinlerde olmayan yerde, Erol Büyükburçlar var... Aman diyeyim! ;)


14 Kasım 2016 Pazartesi

Beyaz Zambaklar Ülkesinde




Beyaz Zambaklar Ülkesinde... Önerilecek bir kitap listesi varsa... Hele de öneren bir öğretmen ise... Bu kitabı atlamak olmaz! Kitabın yazarı, Grigory PETROV. Kitap Fin halkının kalkınma mücadelesini anlatıyor. Aslında bu kitap, bir topyekün kalkınma planı... Kitaptaki güzel mücadeleyi ve muhteşem sonucu görünce... İnsan kıskanmadan edemiyor... 

Benim en çok hoşuma giden ise kitabın kıymetinin bilinmesi... Hem de ta en başında... Hem de ülkemizde... Gerçekten daha o yıllarda bizzat Mustafa Kemal öğrencilere tavsiye edilmesini istemiş...  Ben 2003 yılında okumuşum bu kitabı... Notlarım arasında gördüm. Bir daha okuyasım geldi! ;)

28 Ağustos 2016 Pazar

Benim Adım Kırmızı




En güzel Orhan Pamuk romanlarından biri: Benim Adım Kırmızı... Yazar, "En renkli ve iyimser romanım" diye niteliyor kitabını... Bence de doğru bir tespit. Aşk, cinayet, entrika, sanat, tarih... Her şey var kitapta. Anlatıcının kahramanlar, nesneler olması ise ayrı bir güzellik katıyor kitaba. Sadece bu kitap bile yazarın ününü hak ettiğini gösteriyor bence...


22 Ağustos 2016 Pazartesi

Olasılıksız




Şu anda Adam Fawer'in OZ'unu okuyorum... Ancak kitabi eline aldığımdan beri aklım yazara ait başka bir kitapta... Olasılıksız'dan bahsediyorum... Gerçekten bu kitap roman sanatının en güzel örneklerinden biri... Bir gün, okuduğum kitapları tekrar okumaya başlarsam ilk sıra onun olacak hiç şüphesiz! 

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Türkiye: Acı Vatan!


Darbeden önce Suriyelileri vatanını terk ettikleri için kınayan, bu bahaneyle her fırsatta onları horlayan, aşağılayan insanlara çok kızardım. Siyasi fikirlerinin kendilerine çizdiği sınırın bir santim dışına çıkamayan bu insanlar empati başta olmak üzere bütün güzel kavramları hatta bizzat insanlıklarını bir kenara bırakmış, Suriyelilere saldırıyorlardı. Suriyelilere, sadece yaşamak için ülkesini terk eden insanlara…

Öfkelerinin birçok nedeni vardı elbet… Ama en çok Suriyelilerin kendi ülkelerinde kalıp vatanları için savaşmamalarına kızıyorlardı. Bizim başımıza böyle bir şey gelse, kendilerinin asla kaçmayacağını iddia ediyorlardı! 

Suriye’de olanları film izliyor gibi izliyoruz… Yetmiyor, utanmadan kara mizah sınırlarını zorlayan capslere gülüyoruz… Yetmiyor, komedi programlarından daha ciddiyetsiz tartışma programlarında sadece o capslerden yola çıkarak fikir üretmeye çalışan sözde aydınları dinliyoruz… Ve hep bir ağızdan “Niye ülkelerinde kalıp savaşmıyorlar?” diye ahkam kesiyoruz…

Sanki Suriye’de belli bir düşman var… Sanki Suriye’de “bir” düşman var… Sanki Suriye’de vatanı için savaşan kimse yok! Sanki Suriye’de düşmana karşı organize bir ordu var da millet ülkesi için savaşmaktan kaçıyor… Sanki kaçanlar zevkine kaçıyorlar!

Bu noktada Suriye'de savaşan örgütleri birleştirecek bir Atatürk'ten yoksun olmaları onlar için çok büyük eksiklik! Gerçekten Kurtuluş Savaşı'nda  o ve onun birleştirici etkisi olmasaydı, biz bu gün Türkiye olamazdık!

“Almanya: Acı Vatan” filmini bilirsiniz… Hülya Koçyiğit’in baş rolde olduğu filmde, özellikle ilk nesil gurbetçilerin Almanya’da çektikleri anlatılıyor. Film gerçekten acı bir film… Bu açıdan adını sonuna kadar hak ediyor! 

Gurbet her ne kadar zor olsa da üçüncü hatta ikinci nesil gurbetçilerin ilk nesil gurbetçilerin karşılaştığı zorluklarla karşılaşmadığı bir gerçek. Üçüncü nesil, birinci hatta ikinci nesil gurbetçilerin yerinde olsaydı, bu gün gurbetçileri birinci, ikinci, üçüncü nesil diye sınıflandıramazdık!

Yine gurbetçi yakınlarımızdan dinlediklerimiz kadarıyla Almanya da “acı vatan” sıfatını hak ediyor… Bu noktada Suriyelilere en çok yardım eden ülkelerin başında gelsek de ülkemizin de Suriyeliler için “acı vatan” olduğunu düşünmeden edemiyorum bazen.

Bahar ayında işlek bir cadde eşimle gezerken bir olaya tanık olduk. Suriyeli bir kadın, kucağında iki çocukla oturmuş,  dileniyor. Yanında yaşlı bir teyze dikiliyor. Yanlarından geçerken teyzenin onları azarladığını fark ettik. "Sizi ben mi getirdim ha? Kim getirdiyse o baksın size!" diyordu. Uzattıkça uzatıyordu. Öteki anlamadığı için mi yoksa çaresizlikten mi ses etmiyordu. Biraz uzaklaştık. Dayanamadım. Teyzeye döndüm, "Onun ne günahı var? Yardım edeceksen et, etmeyeceksen uzaklaş. Uzatma!" dedim.

Hepimiz değil tabii ki... Ama bazılarımız çok iki yüzlüyüz! Evimizi Suriyelilere iki katı fiyata kiralıyoruz, arabamızı Suriyelilere üç katı fiyata satıyoruz, iş yerinde sigortasız hem de yarı fiyatına Suriyelileri çalıştırıyoruz, adam yerine konulmayan yakınlarımızı Suriyeliler ile evlendiriyoruz... Sonra "Suriyelileri istemiyoruz!" diyoruz.

Gerçekten savaştan kaçanlar, savaşın sebebiymiş gibi davranıyoruz bazen. Oysa onlar, olsa olsa bu savaşın sonucu… Tamam, suçlu sıradan insanlar olarak bizler de değiliz. Rasyonel olarak yaklaştığımızda onlardan kaynaklanan maddi ve manevi külfetleri üstlenmek istemiyor olabiliriz. Ama söz konusu insan olunca, insan ne kadar rasyonel olabilir Allah aşkına? Şahsen Avrupa'yı Suriyelilerle tehdit etmenin bile bu güne kadar yaptıklarımıza gölge düşürdüğünü düşünüyorum. Bu kadar rasyonellik insana fazla, bence!

Ülkemizde gözü olanlar ile birlik olan hainler 15 Temmuzda bizi Suriye gibi yapmaya çalıştı. Ve sözde savaştan kaçan Suriyelileri kınayanlar o gece uyuyor numarası yaptılar… Bu insanlar bırakın tankların önünde durmayı, sokağa çıkmayı… Bir tweet bile atamadılar… Ancak günler sonra Demokrasi Nöbetlerine katılıp pilav üstü döner yemeyi ihmal etmediler! Suriyelileri horlayanların, dışlayanların iki yüzlülüğünü görünce kızamıyorum artık. "Dinime küfreden Müslüman olsa bari!" diyorum sadece. Ve acıyorum çokça!

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Sonsuz Sayılı Günlerimiz



Claire Füller'in Sonsuz Sayılı Günlerimiz adlı kitabı geçen yıl hediye olarak geçti elime... Önce burun kıvırmıştım... Ama okuyunca sıra dışı, sürükleyici ve çarpıcı bir roman olduğunu gördüm. Gerçekten bu kitap aldığım en güzel hediyelerden biri oldu!

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Lan Dili




İletişimde iki önemli kavram vardır: Biri ben dili, öteki sen dili. Ancak bunlar sadece iletişimle alakalı kavramlar değil aynı zamanda karakterimizi ele veren söyleyiş biçimleridir. Ben dili acayip büyülü bir etkiye sahiptir. Hani atalarımız “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır!” derler ya… İşte buradaki tatlı dilin olmazsa olmazı ben dilidir.

Bir kere bu dilin içinde empati vardır… Bu dil, kimseyi suçlamadan olayın bizde yaptığı etkiyi ortaya koymaya çalışır… Saldırmak, kırmak, aşağılamak yoktur kesinlikle… Bu dille kurulacak bir cümle; karşıdakini durdurur, düşündürür, azıcık yüreği varsa bin pişman eder… Muhatabını pamuk gibi eder! Denemesi bedava!

Geceleri geç saatte eve gelen oğlunuza, “Eve çok geç geldiğinde kaygılanıyorum!” deyin. Ya da doktorların bütün uyarılarına rağmen sigarayı bırakmayan babanıza “Sigara yüzünden seni erkenden kaybetmekten korkuyorum!” deyin… Ya da eşinize “Halı saha maçına gidince seni çok özlüyorum!” deyin… Sonuncusunu eşim çok kullanıyor. Üstelik işin içine kızımızı da katarak “özlüyoruz” diyor… Hedefe o kadar kilitlenmiş ki “biz dili”ni keşfettiğinin farkında bile değil! ;) Açıkçası net bir sonuç alamadı ama ekmek kuran çarpsın ki her maça gidişimde vicdan azabı çekiyorum… ;)

Sen dili de ben dili gibi acayip büyülü bir etkiye sahiptir. Ama kara büyülü bir etkiye… Tümüyle uzlaşmadan yoksun olan bu dil kırmaya, dökmeye, yok etmeye birebirdir. Hiçbir yararı olmadığı gibi hem karşısındakine hem de bu dili kullanana zarar verir. Gel gelelim ilk kullandığımız dil bu olur çoğu zaman… Kolayımıza gelen her şey gibi bu da zararlı tabii! Bu dili kullandığınızda uzun vadede kaybetmeyeceğiniz tartışma, kıramayacağınız dost, cinlerini tepesine çıkaramayacağınız insan yoktur. İşin sonunda dayak yemeniz işten bile değildir!. Denemesi bedava… (Ne olur, ne olmaz? Biz büyük harflerle yazalım: EVDE SAKIN DENEMEYİN!” ;) )

Mesela az önceki örnekte geceleri eve geç saatte gelen oğlunuza “Her gece dışarıdasın... Bu saate kadar ne yapıyorsun sen dışarıda?” deyin… Ailecek bunalıma girersiniz. Hatta bunu sabah akşam tekrarlarsanız oğlanın evden temelli kaçması bile muhtemeldir. Ya da babanıza “Sigara içerek hem kendine yazık ediyorsun hem de parana!” deyin… Küfür yemeden kurtulabilirsiniz belki ama babanızın fazladan bir sigara yakmasına engel olamazsınız. Halı sahaya giden eşinize “Bizi bırakıp maça git sen!” deyin… Yok, böyle demeyin. Bu biraz tehdit dolu oldu. İşe yarayabilir! ;)

Şaka bir yana... Ben dili iletişimde sen dilinden çok daha etkili. Ancak nedense sen dilini kullanıyoruz daha çok. Kimimiz bilgisizlikten, kimimiz üşengeçlikten, kimimiz bencillikten... Sonuçta sorunları çözmek yerine büyütmüş oluyoruz. Ancak  ben toplumumuzun bu iki dilin dışında ve sen dilinden çok daha tehlikeli bir dil daha geliştirdiğini gözlemliyorum: Lan dili!

Diğer iki yöntem gibi bu dili de hepimiz kullanıyoruz. Bu dil yukarıdaki iki dilden de faydalanıyor duruma göre…  Bu dili kullananlar kimi zaman ben dilinde olduğu gibi empatiye başvuruyor kimi zaman da sen dilinde olduğu gibi saldırıya… Anlayacağınız biraz çıkarcı bir dil. Ama öyle büyük kazançlar elde etmek mümkün değil. Gerçekten çoğu zaman saçma bir tartışmada üstünlük kurmanın dışında neredeyse hiç yararı yok "lan dili"nin… Hatta büyük tartışmalara, kavgalara, savaşlara bu dilin sebep olduğunu bile söyleyebiliriz.

Bu dilden kurtulmaksa çok zor… Ancak okumayla, araştırmayla ve belki de en önemlisi hoşgörü ile mümkün olabilir… Hoş bazen, bunlar bile işe yaramayabilir ama bunlar olmadan "lan dili"nden kurtulmak imkansız. O yüzden tehlike anında susanların bu dili kullanmayı bıraktığından emin olamayız bir süre...

15 Temmuzdaki darbe kalkışmasından önce birbirlerine hakaret eden nice siyasi vardı… Şimdi söylediklerini unutmuşlar… Muhatabına demediğini bırakmayan koca koca yazarlar bir anda şu meşhur "monşer"lerin dilini kullanmaya başlamış… ;) Öteden beri devlet büyüklerine saygısızlığı özgürlük sanan devlet memurlarının şimdiki övgü dolu paylaşımlarına değinmek bile istemiyorum...  Bırakın bütün bunları, sıradan insanlar olarak bizler bile dilimize daha hakim olmaya başladık. Bütün bu değişime inanmayan sosyal paylaşım sitelerinde kendi ana sayfalarına, eşinin dostunun paylaştıklarına, bir göz atsın. ;) Hakaretlerin, asılsız iddiaların, ahlaksız küfürlerin köküne kibrit suyu çakıldı âdeta! ;)

Gerçekten iletişimde ben dilini kullanan insanlar, hiçbir şekilde bu tarz saldırgan paylaşımlar yapmaz. Yine aynı şekilde sen dilini kullanan insanlar da hiçbir şartta saldırganlıktan vaz geçmez! Unutmamak gerekir ki kullandığımız iletişim yöntemi karakterimizi ele verir. Ve karakter bu kadar çabuk değiş(e)mez! O yüzden duruma göre davrananların "lan dili"ni kullandığını söyleyebiliriz pek ala!

Yine de... Ön yargılı olmamalıyız! Kim bilir belki de gerçekten “lan dili”ni kullanmayı bırakabilenler olmuştur… Gerçekten belki bütün bir ülke iyimser psikologlar gibi mütemadiyen “ben dili”ni kullanamayız… Ama en azından aklı başında, kalbi göğsünde olanlarımız “lan dili”ni terk etmiştir ya da edecektir… Esasen etmelidir! Aksi takdirde millet olarak daha çok darbe yeriz!

28 Temmuz 2016 Perşembe

Bir Dinozorun Anıları



Mina Urgan'ın "Bir Dinozorun Anıları" kitabı bir nevi gayri resmi devlet arşivi gibi... Yok, yok!  Ancak kitabı okuyunca yakın tarihteki birçok kişiyi yanlış tanıdığınızı göreceksiniz... Bununla birlikte millet olarak bu gün sahip olduğumuz bazı kötü özelliklere dün de sahip olduğumuzu üzüntüyle fark edeceksiniz!

21 Temmuz 2016 Perşembe

Darbeye Darbe!




Cuma günü herkes gibi benim için de sıradan bir gündü... Sıradandı yani her ey çok güzeldi! Bayram dönüşü iş hayatına dönmeyi kabullenemeyen bedenimi ve ruhumu hafta sonuna hazırlıyordum yavaşça... On bire doğru kızımızı uyutup odama geçtim. Bilgisayarı kucağıma aldım. Takip ettiğim dizinin yeni bölümünü izleyecektim güya. Ancak filme başlamadan önce "Facebook'a bir bakayım!" dedim. Facebook'a girmemle bir şeylerin ters gittiğini anladım...

Her zaman takip ettiğim gazetelere baktım hemen. İnanamadım. Bu çağda, "darbe"? Başka gazetelere de bakmaya başladım. Taraflı tarafsız bütün gazeteler "darbe" haberi veriyordu... Bunun dışında sosyal medyada da benzer haberleri görüyordum... Demokrasimize "darbe" vurulurken korku içinde üzülenler gibi ellerini ovuşturarak sevinenler de vardı maalesef...

O dakika başladım Facebook'tan yazmaya... Gittikçe sertleşti yazdıklarım. Sadece darbecilere değil, ellerini ovuşturarak bekleyenlere de kızıyordum. Korkanları anlıyordum da... İki yüzlüleri anlayamıyordum. Ben de korkuyordum... "Darbe" görmemiştim ama "darbe"ye uyanmanın ne demek olduğunu biliyordum... Bir elimde telefon, bir elimde bigisayar... Korkuyor, kızıyor, dua ediyordum... Sonradan her şeye "oyun" diyecek insanların marketlere, fırınlara koştuğu saatlerdi... Her zaman bu saatlerde durmaksızın paylaşım yapanlar uyuyor numarası yapıyordu. İşte tam bu sırada sekizinci paylaşımımı yaptım:

"Bu geceyi unutmayın... Şahsen ben unutmayacağım! Her fırsatta bize demokrasi dersi veren siyasetçi, aydın, sanatçı, yazar müsveddelerinin nasıl ellerini ovuşturarak beklediklerini gördük! Olaylar netleşince sesleri çıkmaya başladı... Yazıklar olsun size de, yazıp çizdiklerinize de!"

Bu arada halk sokaklara çıkmaya başlamıştı. Halkın yanı sıra bütün liderler, emniyetin neredeyse tamamı, askerlerin büyük çoğunluğu, bütün gazeteler darbeye karşıydılar... Öyle ki Cumhurbaşkanı halkı CNN'e bağlanarak sokağa çağırdı. İnsanların çoğu uyuyordu. Uyumayanların büyük çoğunluğu durumun farkındayken bir kısmı da uyuyor numarası yapıyordu... Neyse ki selalar yetişti imdada!

Sabah olduğunda gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada halkı sokağa çağırmanın çok kötü sonuçlar doğuracağı anlatılıyordu. Gerçekten onlarca yere saldırı olmuştu... Sivil halk onlarca kez hedef alınmıştı. Darbeciler tanklarla, helikopterlerle, savaş uçakları ile saldırıyorlardı... Ama sanki daha önceki darbelerde halk evinde oturduğunda çok güzel şeyler olmuş gibi bir hava yaratılıyordu...

Devletin, emniyet güçleri ile bu "darbe"yi bastırması gerektiği dillendiriliyordu. Bunun sonu gelmeyen bir iç savaşa neden olacağını ön göremeyenler vardı. Zaten çok geçmeden onlarca insan ölmesine rağmen halkın sokağa çıkmasının işe yaradığı, bu şekilde çok ama çok büyük acılara engel olunabildiği görüldü. Hatta "darbe"nin durmasında bunun çok büyük etken olduğu savunuldu.

Tam halkın sokağa çıkmasının ne kadar doğru olduğu ortaya çıkıyordu ki en az darbeciler kadar hain olan canilerin, teslim olan masum erlere yaptıkları çıktı ortaya... Münferit de olsa bu kabul edilemezdi... Hele başı kesilen asker haberi vardı ki... Tek bir video yoktu ama milyonların sorgulamadan kabullendiği onlarca sahte fotoğraf vardı. Yalan haberlerle meşhur siteler, bu görüntüleri kullanarak haber yaptılar...

Yapılan linçler en az kafa kesmek kadar kötüydü elbette. Ama saçma sapan sitelerdeki capsvari haberleri paylaşan kitlelere, böyle yalan haberleri yapmanın da o linçlerden farksız olduğunu anlatmak kolay değildi! Buna benzer durumlarla Gezi'de de karşılaşmıştık... 

İlk gün hatta sonraki gün hiç sesi çıkmayan ne kadar sanatçı, aydın, yazar, siyasetçi varsa hepsi birden konuşmaya başladılar... "Oyun" diye tutturdular... Korkanı anlarım... Ama korkudan iki gün susup sonra tehlike geçince "Bütün bunlar oyun!" diye ahkam kesenleri anlayamam! Olana bitene başından beri "Oyun" diyenleri ayrı tutuyorum... Darbelere karşı olan ama siyasi görüşlerinden dolayı şüpheci yaklaşan bu insanları daha ilkeli buluyorum.

İkinci gün bir taraf sadece linç edilen masum askerlerin görüntülerini paylaşıyordu, öbür taraf tanklarla ezilen sivillerin... Öyle bir kutuplaşma vardı ki sanki linç edilenlerle, tanklarla ezilenler farklı milletlerdendi... Bu kutuplaşma darbe kadar acıydı. Bu ayrıştırıcı paylaşımları yapanlar neye hizmet ettiklerinin farkında bile değillerdi.

Yine ikinci gün hainliğin boyutları iyice ortaya çıkmaya başladı... Planın ne kadar kusursuz olduğu anlaşıldı. Fakat şükür ki hainlerin hesaba katmadığı bir sürü şey de oldu... Ve halk "darbe"ye "darbe" yaptı. Ancak şu bir gerçek... "Darbe" planı sızdığı için "darbe" saati öne alınmasa bu gün yaptığımız hiçbir şeyi yapamazdık belki de... Bu noktada yazılanları çizilenleri okumadan kafasındaki soruları sürekli sorup duranlara ayrıca kızıyorum... Çok büyük sorular sorduklarını sanan bu insanlar zahmet edip de hiçbir şeyi okumuyor. Kendi görüşünden olsa bile... Onlara bir şeyi anlatmak için konuyu iyice özetleyip capslere sığdırmak lazım... Başka türlüsü onlara çok zor geliyor!

Üçüncü gün "Durum çok ciddi..." yazısı patladı resmen... Memlekette "darbe" olurken tınlamayan ne kadar insan varsa hepsi kişisel sosyal medya hesaplarından o saçma yazıyı paylaştı. Hem de sorgusuz sualsiz... Aralarında ömrünün dörtte üçünü okumaya vermiş yakınlarım, arkadaşlarım da vardı... Bu paylaşımın ardından anladım ki zaten kitap okumayan halkımız gazete de okumuyor... Hatta interneti bile sadece Facebook'ta oyun oynamak için kullanıyor...

Dördüncü gün sanatçılar bir bildiri yayınladı. Bu çok ama çok gecikmiş bildiri karşısında çok güldüm.... Ama sinirden! Aklıma gelince hala gülüyorum... Bu arada bildiriye imza atanlara bakmadım... Sevdiğim sanatçılar, aydınlar, yazarlar olur diye korkuyorum...

Cuma günü yapılan "darbe" belli bir kişiye yapılmadı. Türkiye Cumhuriyeti'ne yapıldı. Bu örgütlü, koordineli "darbe" yüz yılın hatta bin yılın ihanet hareketiydi... Hala kabullenemeyenler olsa da asıl sorumlusunun, bu terörün başının ABD'de keyif çatan şahıs olduğunu bütün kurumlarımız belirtiyor... Şimdi devletimize düşen ne kadar hain varsa bu hainleri, hukuk devleti olduğumuzu unutmadan, en sert şekilde cezalandırmak... Tabii teslim olan  masum erlere zulmedenleri de unutmamak lazım!

Bu hain "darbe"yi durdurmak için şehit olan insanlarımıza Allah'tan rahmet diliyorum. "Darbe"yi durdurmak için canlarına ortaya koyanlara teşekkür etmek istiyorum... Bu noktada sade bir vatandaş olarak Sn Cumhurbaşkanımıza, Başbakanımıza, Bakanlarımıza, partilerin Genel Başkanlarına, ilkeli bütün siyasilere, Genelkurmay Başkanımıza, devletine bağlı komutanlara, askerlere, emniyet görevlilerine, görevini layıkıyla hatta fazlasıyla yerine getiren basınımıza... Dik durabilen, siyasi görüşleri bir kenara bırakıp birlik olabilen herkese... Ve tabii ki yüce halkımıza, isimsiz nice kahramana, sonsuz kez teşekkür ediyorum... Ancak... Tehlike geçtikten sonra meydana çıkıp "Darbeye karşıyız!" diyerek milleti salak yerine koyanlara ise sadece "Yavv he, he!" diyorum! ;)



18 Temmuz 2016 Pazartesi

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Uçurtma Avcısı



Afgan yazar Khaled Hosseini'nin Uçurtma Avcısı kitabı, Doğu'ya özgü acılarla dolu muhteşem bir kitap... Bir trajedi ancak bu kadar sürükleyici anlatılabilir!

25 Haziran 2016 Cumartesi

Şeker Portakalı



Jose Mauro De Vasconcelos'un Şeker Portakalı adlı kitabını okurken öyle canınız yanacak ki... En gaddarınız bile bir yüreği olduğunu hissedecek! Okuyun, okutturun! 

23 Haziran 2016 Perşembe

Ve Türkiye Avrupa Şampiyonu Oldu (!)



Bakmayın başlığa... Euro2016'da gruptan çıkamadan elendik. İşi bilenler şaşırmadı ama işi bilen çok olmadığı için şaşıran çok oldu. ;) Yalan yok, ben de şaşkınlar ordusunun yılmaz neferiyim! ;) Ama asıl suç bizde değil. Biz taraftarlar, UFO gören masum köylü kadar masumuz. Tabii işi doğmamış çocuğa beddua etmeye vardıranları tenzih ediyorum. Onlar en hafif ifadeyle tımarhanelik zaten! Allah ıslah etsin! Ama elenmemizde asıl suç işini yapmayanlarda. Ve maalesef bu işini yapmayanlar futbolcular, teknik ekip ve milli takım yetkilileriyle sınırlı değil...

Bu arada başlığa aldanıp da bizi şampiyon falan sananlar olabilir. Aman diyeyim! Yok öyle bir şey. Elendik, ekmek kuran çarpsın elendik! Tamam, biz bitti demedik ama bitti! ;) Gerçekten başlığa inanarak tıklayan varsa ya futbolla ilgisi olmayan yaman bir milliyetçi ya da "BizBittiDemedenBitmez!" sloganını gerçek sanan bir fanatiktir... ;)

Peki neden elendik?

Bir kere futbolcular kötüydü. Eleştirilerin dozunun kaçması, ahlaksızlığa varması onların kötü olduğu gerçeğini değiştirmez. Zaten kötü olmasalardı umut beklediğimiz futbolcu kardeşlerimiz kendi takımlarında yedek oturmazdı daha çok. Teknik ekibe gelince... Bir teknik ekip düşünün ki en büyük başarısı gurbetçi futbolcuları tarayıp Milli Takım'a kazandırmak olsun... ;) Bu teknik ekibe başarılı diyebilir miyiz? Bence diyemeyiz. Ama dedik. Hem de aylarca... Fakat takke düştü, kel göründü!

Turnuvada bizim adımıza tek başarı Emre Mor'du. Ki onun üzerinde emeğimiz olduğunu kim söyleyebilir Allah aşkına! Demek istediğim başarısız olduk ve bu çok doğal bir şey! Açıkçası böyle olacağı da belliydi. Şimdi sorsak, sorumlular başarı için şunları şunları yaptık falan filan derler... Hem de işe yaramadığını bile bile! ;) Ancak tekrar ediyorum: Başaramadık ve bu çok doğal bir şey!

Spor medyası da kötüydü. Hatta en bilinçli olanlar onlar olduğu için en kötü de onlardı bence. Bile bile lades oldular. Dahası tüm Türkiye'yi de buna ortak ettiler. Sözde milliyetçi duygularına yenildiler, bizi bir balona inandırdılar. Profesyonelliği elden bırakarak "BizBittiDemedenBitmez!"e tav oldular.  Kim bilir belki de gerçekleri söylemeye korktular. Sonuçta Milli Takım başarılı olursa öcü olan, onlar olacaktı! ;) Ancak bizim kötülüğümüzün yanı sıra futbollarına burun kıvırdığımız ülkeleri izleyince her şey ayan beyan ortaya çıktı!

Bütün bunlar taraftara da yansıdı. Çıldırdılar. Hem de kabul edilemez bir şekilde... Hem de ahlaksızca... Hakaretler, akıl almaz iddialar, küfürler... Öyle ileri gidenler oldu ki olayla hiçbir alakası olmayan anne karnında bir çocuğa dahi beddua ettiler... Böyle taraftarlarımız var olduğu sürece bizim hakkımız sonunculuktur belki de! Kim bilir?

Şahsen en saçma bulduğum konulardan biri de futbolcu ve hocaların maaşları oldu. Tamam, çok yüksek maaşlar alıyorlar... Yalan yok, sadece hocanın maaşı bile sülalemize yeter! ;) Tamam, maaşlarıyla orantılı bir başarıdan söz etmek de mümkün değil... Zaten sorun da bu, değil mi? ;) Anlamadığım sanki onlar bu maaşları yeni almaya başladılar... Ya da sektördeki maaşlar asgari ücretle sınırlı da bir onlarınki yüksek... Ya da sanki benzer ücretleri alanların hepsi birden Avrupa Şampiyonu oluyor... ;)

Kimse kusura bakmasın ama kim olsa o maaşları güle oynaya alır... En başta da bu konuyu en çok dile getirenler! ;) Ne olursa olsun sadece bir tane şampiyon olacak... Dahası kim olursak olalım, hangi sektörde çalışırsak çalışalım her daim başarılı olmamız mümkün değil! Kaldı ki bu sektörde büyük başarıların çoğunu da aynı adam yaşattı bize! ;)

Öncesinde ve sonrasında işini iyi yapan sadece bir kesim vardı. Onlar da reklamcılardı! ;) Adamlar öyle güzel reklamlar yaptılar ki sanki şampiyonluğun en güçlü adayı bizdik. Gerçekteyse biz bu şampiyonaya, bize özgü bir mucize ile, kıl payı katılmıştık. Yine öyle bir mucizeyle turnuvaya devam etmek niyetindeydik. Taktik güzel değil belki ama istikrarlıydık. ;) Neyse...

Reklamlar öyle güzel hazırlanmıştı ki... Şampiyona başlamadan kendimizi şampiyon sandık. Oysa takım kötüydü. İçeride ciddi sorunlar vardı. Anlayacağınız yenilgiler, başarısızlıklar kaçınılmazdı ve bu doğaldı! Ancak beklenti çok yükseltilmişti. Öyle bir hâle gelmiştik ki "BizBittiDemedenBitmez!" sloganını gerçek sanır olmuştuk! Neyse ki Fatih Terim bu yazıyı okumayacak. Yoksa bütün suçu reklamcılara atabilir... ;)

Bu arada Fatih Terim'in hakkının yemeyelim... Sayesinde son ana kadar heyecanla bekledik. O kadar heyecanlandık ki bir ara bukalemuna bağladık. Zira turnuvanın başında Milli Takımı destekleyen bizler, bir ara Portekiz karşısında Macarları destekledik. Ama çok sürmedi. Derken Belçika İsveç'e golü atınca Belçikalılardan daha çok sevindik... Ve İtalya, İrlanda'dan golü yediğinde tek bir İtalyan üzülmezken biz kahrolduk! ;) Ama İtalya'nın futbolcu ve hocaları bizimkilere göre şanslı... Onlara çok beddua etmedik. Maaşları falan hiç gündeme gelmedi. Sadece turu garantiledikleri için yedekle oynamalarını biraz eleştirdik. ;)

Sonuç olarak... Futbol, güzel bir oyundur. Sadece bir oyundur! Yeter ki siz ona başka anlamlar yüklemeyin! Yoksa çok üzülürsünüz! ;)


21 Haziran 2016 Salı

İlişkilerin Anatomisi




Her ilişkinin anatomisi farklıdır. İlişkinizi başkalarının ilişkileriyle kıyaslamayın. Kıyaslarsanız, eninde sonunda mutsuz olursunuz!


18 Haziran 2016 Cumartesi

Şu Hayvan Mevzusu



Milletçe okumadığımız, okumayı sevmediğimiz hatta okumayı aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz acı bir gerçek. Fakat daha acı olansa okuyanların okumayanlardan daha beter cahil olması... Ee... Ne demişler? "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür."

Bu arada bu güzel sözün kime ait olduğunu merak ettim. Hemen Google'a yazdım. Sonuçta bilmemek değil, Google'da araştırmamak ayıp. ;) Neyse... Bu güzel söz, Sakallı Celal olarak bilinen Celal Yalınız diye bilge bir zata aitmiş. Yanlışım varsa, günahım Google'ın boynuna. ;)

Konuya dönelim... Okumak deyince hemen aklınıza böyle disiplinli bir şekilde okumak falan gelmesin... Ne bileyim herkesin fikir kitapları falan okumasına falan gerek yok... Her evde ayda bir tanecik ortaokul düzeyinde hikaye kitabı okunsa, ana fikri falan konuşulsa ben razıyım. O bile bize "level" atlatır... ;)

Söylediğim seviyede kitapları okumadan çok mühim noktalara gelen insanlar var... Siyasetçiler, yöneticiler, akademisyenler, din adamları, öğretmenler... Bu okumuş cahilleri azıcık sıkıştırdığınızda ya da coşturduğunuzda bir gün sonra "Efendim falanca programda maksadımı aşan şeyler söyledim... Falan filan..." diye özür dilemek zorunda kalırlar. İşte bu tarz cümleleri kurmak zorunda kalan son arkadaş PROFESÖR DOKTOR, evet yanlış okumadınız PROFESÖR DOKTOR Mustafa Aşkar! ;)

Böyle haberlerden haberdar olmayanlara gıcık olurum. ;) Ama ben gene de bilmeyenler için Mustafa Aşkar'ın özür dilemesine neden olan olaydan bahsedeyim... Okurlarım yorulmasın! ;) Efendim bu beyefendi TRT'de evet TRT'de katıldığı bir iftar programında namazla ilgili konuşurken "...Alnı secdeye gelen bir varlık var mı insanın dışında? Secde eden tek varlık insan. O zaman ben düz söyleyeyim. Ayette de bunu söylüyor, ağır gelmesin. Yani, namazı hayvanlar kılmaz, namaz kılmayan da hayvandır..." dedi. Ama çok şey yapmayın! Hangi hayvana benzettiği net değil. Belki de "aslan" demek istedi! Bilemezsiniz... ;)

Şaka bir yana... Özür dilediği için bir ton alttan almakta fayda var. Ancak cümlenin gelişine bakarsanız, aşama aşama lafın nereye gideceğinin belli olduğunu görürsünüz... Yani beyefendi özür dilese de bu fikre yılların birikimiyle ulaştığı hatta hala öyle düşündüğü aşikar!

Kendisini tanımıyorum. Ama onun gibi nice hocanın hoşgörü dini İslam'ın kitabı olan Kuran'ı okuyup İslam ile alakasız sonuçlara vardığını çok iyi biliyoruz. Buradaki sorun yukarıda bahsettiğim o basit hikaye kitaplarını okuyarak giderilebilir oysa. Alanında uzman olsa bile iki sayfalık metni okuyup anlayamayan insan her kim olursa olsun milleti yönetirken de aciz kalır, ilimle uğraşırken de aciz kalır, Kuran'ı yorumlarken de aciz kalır, öğrenci yetiştirirken de aciz kalır...

Eğer ki beyefendi bu devirde azıcık alanı dışında da okusaydı yüzyıllar önce Mevlana'nın yaptığı çıkarımları yapabilir, ince görebilirdi... Bakın ne diyor Mevlana?

"Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk ?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir."

Yazı bittikten sonra Mevlana'ya ait yukarıdaki satırları bir daha okudum da... Mustafa Aşkar Mevlana'nın bu sözlerini duysa Mevlana'ya kim bilir neler der? ;)

Son olarak iki hususa değinmek istiyorum... Birincisi Papaza kızıp oruç bozanlarla ilgili... ;) Mustafa Aşkar gibi talihsiz çıkarımlar yapanlar var diye İslam'a karşı olunamaz, genellemeler yapılamaz. Mustafa Aşkar gibiler çok azdır. Fakat aynı dine mensup nice hoşgörülü alimler var. Yüzyıllar öncesinden seslenen Mevlana, hoşgörü dilini kullanan alimlerden sadece biri! Ama yok derdiniz üzüm yemek değil de bağcıyı ıslata ıslata dövmekse, malzeme bulmakta zorlanmazsınız maalesef! ;)

Değinmek istediğim ikinci hususa gelince... Bazıları hocaya hak veriyor. Onlara kızamıyorum. Sonuçta hoca böyle yaparsa cemaatin ne yapacağı kestirilemez. ;) Ama hocaya hak verenler Batılı bilim adamlarının, aydınlarının cümlelerini kullanıyorlar... Vay efendim falanca "İnsan, konuşan hayvandır!" demiş... Yok efendim filanca da "İnsan, hayvan oğlu hayvandır!" demiş de... "Onlar böyle derken iyi oluyor da bizim hocalarımız deyince niye sorun oluyor?" demeye getiriyorlar... Oysa bu dünyanın en yaygın ama en başarısız savunmasıdır... ;)
           
Bu arkadaşlar elmalarla armutları karıştırıyor... Nitekim insanı hayvana benzeten bilim adamları kendi adına konuşurken İslâm alimleri, İslâm adına konuşuyor. Böyle yüce bir dinin tebliği kahve ağzıyla hele hele hakaretle yapılamaz.

Babanın Mutluluğu



Bir adamı "Babacım!" diye sarılan nazlı bir kız mutlu etmiyorsa başka hiç kimse onu mutlu edemez!


17 Haziran 2016 Cuma

Bülbülü Öldürmek



Yeterince insan tarafından okunursa dünyayı değiştirebilecek güce sahip kitaplar vardır. Harper LEE'nin Bülbülü Öldürmek adlı kitabı bunlardan biridir. Okuyun, okutturun... Pişman olmayacaksınız!

16 Haziran 2016 Perşembe

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...