27 Ekim 2010 Çarşamba

Türbana Dolanmış Minikler


Aslında bu yazıyı birkaç gün önce yazacaktım. Ancak ne zaman yazmaya başladıysam zehir zemberek şeyler söylüyor, edebi sınırları zorluyordum. Buna neden olansa bazı gazetecilerintürban konusunun geldiği noktada söylediklerinin beni sinirlendirmesiydi. Bu gazetecilerin kimi yandaş kimi candaştı. Yeri gelmişken, daha doğrusu lafı ben oraya getirmişken, bana göre yandaş ve candaş tanımını da yapayım. Efendim, bunların ikisi de aydınlığını yitirmiş aydınlardan oluşan, olayları saf çıkarcı eğilimle gözlemleyen yazarlardır. Bunların en belirgin özelliği kendi hayat görüşlerini savunanların en ufak bir hatasını görmezken, aksi durumda olanların çok büyük hatalarını hem de her daim görmeleridir. Ve maalesef bu tarz yazarlar bütün ideolojilerin içinde vardır. 
İlk paragrafa baktım da yeterince sakinleştiğimi sanıyorum. Konuya girme vaktidir. Haydi bakalım… 
Türban konusunun tekrar hareketlendiği ve eksen kaymasına uğrayarak saçma sapan bir noktaya geldiği şu günlerde, derdi uzlaşmaktan ziyade ateşi körüklemek olan birkaç yazar var. Bunlardan beni en sinir edenine değinmek istiyorum. Geçen Pazar, bir gazetede yazarın biri son derece tahrik ve çelişkilerle dolu bir yazı yazdı. Güya türban serbest olunca, öğretmenler türbanlı olmayanlara kötü not verecek, işte türbanlı olan öğretmenler sürülecek falan. Ayıptır bu! Her şeyden evvel öğretmenleri karalamaktır. Ben yirmi yıllık bir öğrenci ve üç yıllık bir öğretmenim. Ve türban yasağına rağmen hangi öğrencimin neye inandığını çok iyi biliyorum. Fakat kalkıp da öğrencilerin ya da velilerinin dini inanışından dolayı kötü not vermiyorum. Vereni de tanımıyorum. 
Bu talihsiz yazıyı okuyunca, bir rektörün birkaç yıl evvel bir programda söylediklerini hatırladım. Her türlü bilimsel ve sosyal etkinliğin merkezi olan üniversitelerimizden birinin yöneticisi şöyle diyordu: “Türban takan öğrenciler olursa biz hoca olarak tarafsızlığımı kaybedebiliriz!” İyi de be adam, o senin ne kadar kötü bir öğretmen olduğunu, ne kadar şekilci olduğunu, neyi ölçmen gerektiğini bilmediğini gösterir. O senin ayıbın. Aslında sorun ne türbanda ne sende! Sorun seninki gibi zihniyetlerde. Aslında o zihniyeti üniversiteye sokmamak lazım… 
Gelelim konunun özüne… On sekizini doldurmayan bir insan kendi kararlarını vermekte zorlanır. Bu yaşın evvelinde hayat şartlarımızı oluştururken çok da hür değilizdir. Sürekli bir etki altındayızdır. Hiç kimsenin etki altında olmasak bile ekonomimizi idare eden ailemizin etkisi altındayızdır. O sebeple dini inancımızı da kendimizin seçmediğini düşünüyorum. Hâl böyle olunca üniversiteden önceki bütün kademelerde her türlü dini ve siyasi simgelerin yasaklanması gerektiğini düşünüyorum. Kişi ne zaman ki hür düşünür, o zamandan itibaren hayatının her anında, üniversitede de kamuda da özel sektörde de, istediğini yapabilir. Bu laikliğin gereğidir. Ancak aynı gereklilikle hür olmayan çocukları, minikleri hatta bebeleri türbana sarmamak gerekir. 
Bütün bunlara rağmen ortada bir çelişki var. Şöyle ki kız öğrencilerin eteklerinin epey kısa olduğu okullar var. Aileleri de okul yönetimleri de bundan memnun. Problem yok yani… Çünkü herkes çocuğunu istediği şekilde yetiştirmekte özgür. İşte tam bu noktada aşırılığı seven bir insan da çıkıp ‘Ben kızımı İslâma uygun yetiştirmek adına türbanla okula göndermek istiyorum!’ diyebilir. Oysa ne eteği kısa olanın tercihidir bu kısalık, ne de türban takmak isteyen çocuğun isteğidir türban. Bunlar ailelerin istekleridir. Özetle çocuklarını mini etekli bireyler olarak yetiştirmek isteyen ebeveynler haklıysa eğer… Maalesef başlarına türban dolanan o körpecik kızların velilerinin de haklı olduğu noktalar var! 
Çözüm ne midir? Kişinin reşit olana kadar makul bir kıyafetle okula gelmesi… Etek boyları, makyajlar, kıyafetlerin abartısı makul seviyeye çekilince türbanlıya da “Bu yaşta ne türbanı? Sen daha çocuksun!” diyebiliriz sanırım. Aksi hâlde eşitsizlik gibi görünen bu durumun demagojiye ne derece açık olduğunu kestirmek bile mümkün değil! 

20 Ekim 2010 Çarşamba

İlk Emir: Oku!

Birçokları birinci sınıf öğretmenliğinin çok zor olduğuna inanır. Üç yıldır sürekli birleri okutan bir öğretmen olarak sizi temin ederim, uygun şartlar oluştuğunda her şey o kadar keyifli oluyor ki zorluktan eser kalmıyor. Yine de bu okur-yazar olmanın kıymetini düşürmez. Nitekim Hz Ali’nin sözünü siz de biliyorsunuzdur: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum!” Hz Ali gibi bir insanın, böyle bir cümleyi kurması ve insana bilinmeyenleri bilme fırsatını veren birine köle olmayı göze alması okumanın ne derece mühim olduğunu ispatlıyor sanırım.
Başta da söylediğim gibi okuma-yazma öğrenmek aslında zor değildir. Normal bir zekâdaki herkes, vakti geldiğinde ve şartlar oluştuğunda zorlanmadan okumayı-yazmayı öğrenir. Asıl zor olan, okuma alışkanlığı edinmektir! Bunu başarabilen toplumların yükseldiğini, yükselen toplumları şöyle azıcık incelediğinizde fark edeceksiniz. Çünkü dünyadaki bütün güzel işler, okuyan adamların kafasından çıkar. Bu güzel adamlar da okuyan toplumlarda çokça görülür…
Okumanın, okuma alışkanlığı edinmenin faydalarını en cahil insana bile sorsanız, size hatrı sayılır bir fayda listesi çıkarabilir. Ama biz bu alışkanlığı edinmemek için bahaneler türetip duruyoruz. Evvelâ işler çok yoğundur. Ne iş yaparsak yapalım, bu bahane hepimizin favorisidir. İş biter, eş başlar… O biter dizi başlar… Ve maalesef gün 24 saattir! En aylağımız bile okumaya gelince devlet başkanı kadar yoğun oluyoruz. Anlayacağınız vakit yok. Çünkü okuma alışkanlığımız yok! Onun yerine okumamak için bahane bulma alışkanlığımız (daha doğrusu yeteneğimiz) var.
Güya yoğun olduğumuz için okumuyoruz, değil mi? Peki sorarım size, biz Mustafa Kemal’den daha mı yoğunuz? Yoksa o kanlı savaş yıllarında bile onun kitap okuduğunu bilmiyor muyuz? Sadece o mu? Nice devlet adamları, yöneticiler, büyük adamlar… Tarihe damga vuran insanlar hep okuyan insanlardan çıkmıştır. Bu arada okuma alışkanlığı olan adamları sayarken yazarları hiç katmadım. Çünkü onlar doğal okurdurlar, doğal okur olmak zorundadırlar! İmam namazı doğru kıldırmalı, değil mi?
Her şey bir yana da bizlerin okumama gibi bir lüksümüz dinen de yok! Evet… Nitekim Allah’ın bize yol göstermek için indirdiği kitabın ilk emri çok manidardır: Oku! Kur’an-ı Kerim’in her sözcüğünde binlerce anlam gizli olduğunu, farklı farklı yorumlar yapılageldiğini biliyoruz. Hatta o kadar farklı bakış açıları mevcut ki ayetlerin, surelerin dizilişlerinden bile anlam çıkarıp dünyaya, âleme anlam vermeye çalışanlar var. Hâl böyle olunca, ben de ilk emri duyunca aklıma ilk gelenin çok da yanlış olmadığına inanıyorum. Ve Allah’ın da bize okumayı emrettiğini düşünüyorum! Düşüncemi kabul edecek olursak, bizim okumamak için hiçbir bahanemiz kalmadığı gibi hem madden hem de manen okuma zorunluluğumuz ortaya çıkıyor.
Ne açıdan bakarsak bakalım, okumamızın hayati bir mesele olduğunu biliyoruz hepimiz. Ama icraata gelince tembellik ediyoruz. Çünkü okuma alışkanlığı edinmek, okuma öğrenmekten çok daha zordur. Bu konuda başarılı olmamız için evvelâ öğretmenlerimiz bu gerekliliğe inanmalı ve teşvik ettikleri şeyi aynı zaman da yaparak model olmalıdırlar. Aynı şekilde aileler de çocuklarına okumayı öğütlemekle kalmaktan öteye geçmelidir. Biliyorum çok ütopik gelecek ama okuma alışkanlığı edinmek için her akşam bir kerecik de olsa televizyonlar kapatılmalıdır. Çöpçüsünden üst düzey yetkilisine kadar bütün herkes uygulamaya geçmeli. Aksi takdirde çocuklarımız okumanın önemine ve gerektiğine inanacak hatta kendi çocuklarına da okumayı telkin edecek ama asla okumayacak!

14 Ekim 2010 Perşembe

Korsan


21. yüzyıldayız. Üretim çılgınlığına bağlı tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor. İnsanın üretkenliği insan hayallerini zorlamaya başladı. Bilim adamları yeni icatlar peşindeyken, ticaret adamları da bütün bu icatları en az masrafla çoğaltarak satmak derdinde…
Çok işe yarar bir icadın onlarca kalitesini görebiliyorsunuz vitrinlerde… Sadece vitrinlerde mi? Sokaklarda bile bazı icatları bulmak mümkün. Çünkü modern çağın üretkenliği hemen her şeyin çakmasını üretmekte çok ileri. Ve bu çakmaları pazarlarken de tüm ahlâki değerleri alt üst etme pahasına bir satış politikası kullanılabiliyor artık.
Her şeyin ama her şeyin benzerini, acaba korsanını mı demeliyim, bulabiliriz modern dünyada. Milyonları sürükleyen bir sanatçıdan tutun da ünlü bir saat markasına kadar… Aslına bakarsanız bunların aslı model alınarak yapılması taklittir, çakmadır. Ancak bunların pazarlanmasıysa korsandır. İlginçtir, bir şarkıcı kendi CD’sinin korsanı satıldığında haklı olarak veryansın ederken; kendisinin de yabancı bir sanatçıyı tıpatıp taklit ettiğini, dahası bu taklidi pazarlayarak kazandığını, bir nevi korsan satış yaptığını hiç düşünmüyor!
Evet, korsan bir hırsızlıktır. Ama bu hırsızlığı yapan sokak aralarında kitap, CD, vs. satanlar değildir sadece! Bunları alan, alınmasına vesile olan, alınıp satılmasına izin veren herkes bu hırsızlığa ortaktır!
Modern zamanda her şey alt üst olmuştur. Bir albümden milyonlar kazanmak pek de kolay değil artık. Çünkü hayran, para vermeden elde edebileceği bir şeye para harcayacak kadar erdemli değil artık! İnternetten bir tıkla ulaşabildiği bir şarkıya para akıtmak mantıklı gelmediği gibi, bunun aksini yapmak da ahlaksızlık olarak gelmiyor. Tabii, bir şarkıyı bir tıkla indirmekle otuz liralık kitabı üç liraya almak arasında çok fark olmadığını da söylemeliyim.
İşe yaramayan kanunlar değiştirilir, değiştirilmelidir. Artık insanlar CD almıyor. Bu nedenle bazı şarkıcılar çoktan internetten şarkı paylaşmaya başladı. Sonrası da böyle gelişecek sanırım.
Korsanın bir hırsızlık olduğunu yinelemek istiyorum, yanlış anlaşılmamak için. Gelgelelim insanlar beş on dakikalık reklamlara tahammül ederek Kurtlar Vadisi, Ezel, Aşk-ı Memnu, Komedi Dükkânı gibi projeleri bile izleyebilirken, zaten okumadığı kitaba para vermek, kolayı seven modern zaman insanın işi değil! E peki ne yapacağız? Sanatçılar, sanat emekçileri aç mı kalacak?
Evvela şunu söylemek istiyorum: Korsanı yok etmek için herkesin çalışması gerekiyor. En başta da işin kaymağını yiyenlerin… Anlayacağınız kanunlar daha sert; kitaplar, CD’ler daha ucuz olmalı.
Yukarıda ismini söylediğim projelerin masrafını karşılayanlar, uzun vadede dönütlerini reklamdan kazanıyorlar. Modern çağın aynı zamanda reklam çağı olduğunu kabul edersek sanatçılar da aracıyı aradan çıkararak bu yola yönelebilir. Söz gelimi bir şarkıcı, kendi sitesini kurabilir. Ve o siteye girmek için üye şartı aranabilir. Sonrasında şarkıcı reklam almak için kolları sıvar…
Milletimiz okumuyor diyoruz. Çünkü ortalama bir işçi, çocuğunun rızkından kesmeyi göze alsa bile anca altı ayda bir kitap alabilir. Ancak o paraya her ay bir korsan kitap alabilir! Peki, ne yapmalıyız? İnsanlar zaten okumuyor diye korsanı serbest mi bırakalım? Tabii ki hayır! Devlet, insanların gelirine göre alacağı kitabın bir kısmını karşılasın! Şaka yapmıyorum. Sosyal güvencesine göre bireylere okumaları için destek olalım. Fazla mı hayalî? Olabilir! Ama bütün insanları çalmaya teşvik eden bir sistemdense hayalî çözümler daha mantıklı değil mi sizce de?
Kitap için daha gerçekçi önerimse şu şekilde… :Kitaplar birkaç kalitede basılsın. Bu arada en düşük kalite korsan kadar masrafsız olmalı. En yüksek kaliteye altın ayraç bile koyabilirsiniz, önemli değil! Çünkü koleksiyonculardan başka alan çıkmayacaktır! Biliyorum bu fikir kapitalizmin doruklarını zorluyor(!) Ama korsanı bitirmek istiyorsak en az onlar kadar kapitalist olmalıyız.
Helâl kazanmak zordur. Ama helâle ulaşmayı artık kolaylaştırmamız lazım. Modern zaman da insanlar olmadık sapkınlıklara girmişken “Korsana Hayır” demek pek işe yaramaz.
Son sözüm devlete… Dünyada gelmiş geçmiş en büyük kurumlar devletlerdir. Bazı şahısların birçok devletten güçlü olduğu biliniyor. Ama bu sadece parasal bir büyüklüktür. Sıradan bir devletin derdi dünyanın en zengin adamında olsaydı, siz o zaman o zenginin hâlini görürdünüz! Dünyanın bu en gelişmiş kurumları, korsanı çözmezse kimse çözemez. Daha doğrusu çözmek istemezse… Kendi ülkemizden örnekler vermek istiyorum. Korsan satışlar nerede yapılıyor? İşlek yerlerde… Bunları her gün onlarca polis, zabıta görüyor. Ama müdahale edilmiyor. Devletin izin verdiği, göz yumduğu, bir hırsızlığa karşı gelmek okurun işi değil! Şahsen, dağın başındaki bir köye bayrak dikebilen bir devletin, şehrin göbeğinde herkesin gözü önünde hırsızlık yapan birini yakalamaktan aciz olduğunu sanmıyorum.

12 Ekim 2010 Salı

Baba Yasa



Ulu önderin çok manidar bir sözü var. “Her millet layık olduğu şekilde yönetilir.” (Bu sözün başka liderlere ait olduğu da söylenmektedir.)Yaptıklarının yanında bu söz okyanusta damla gibidir. Ama kıymetlidir. Şahane, düşünülmüş bir sözdür. Gelgelelim, söz üstadı yöneticiler bu sözü kullanarak bizi kötü yönetiyorlar. Yalanlarına her daim olduğu gibi onu da ortak ediyorlar… 
Bu söz üstatları işi pekiyi biliyorlar doğrusu. Sadece işlerine gelenleri alıyorlar. Onun yaptığı ettiği nice işi görmezden geliyorlar. Yıkım ekibi gibi çalışıp onun felsefesinin içini boşaltıyorlar. 
O şahane insanın tâ o yıllardan sezdiği bir tehlikeyi görmezden gelmeleri de aynı sebepledir. Cumhuriyet henüz kurulmuşken… Hatta o yıllardan daha önce… Öğrenciyken… Evet, daha öğrenciyken ordunun siyaset yapmasının ne derece tehlikeli olduğunu fark etmiş Mustafa Kemal. Bu fark ediş nafile olmamış. Ordunun siyaset yapmasının, Osmanlı’nın yok oluş nedenlerinden olduğunu bildiği için ilk fırsatta orduya siyaseti yasaklamış. 
Yıllar geçmiş, geçerken de her yirmi yılda bir, birileri bu yasayı delmeye çalışıp durmuş. Söze gelince onun yaptığı işlerin her birine sahip çıkanlar, nedense demokrasiler için vazgeçilmez olan orduya siyaset yasağını önemsememişler. 
Her ne kadar Atamız, ordunun siyaset yapmasını yıllar yıllar önce yasakladıysa da biz hâlâ ordunun hazırlayıp sunduğu ve de izlediği bir anayasayla yönetiliyoruz. Bir zorbanın, karısının kırkı çıkmadan yeni bir kadınla evlenmesi ve yeni karısını çocuklarına tanıtırken, “İşte yeni karım, ana diyen ulan!” demesi gibi ordu da bize, “İşte size yeni anayasa, evet deyin ulan!”dedi. Biz de dediği dedik çaldığı düdük babamızdan korktuğumuz için ses etmeden ‘ana’ dedik. Hem de büyük bir çoğunlukla! Gerçi onca senede anayasayı delik deşik ederek babamızın zevkine göre seçilen bir anadan rahatsız olduğumuzu belli ettik ama yeterli bir sonuç alamadık. Mübarek çok disiplinli, taviz vermiyor! Ne de olsa ordu yapımı! 
Şimdi durup bir düşünelim. Demokratik bir ülkede, demokrasiyi sindirebilmiş bir toplumda siviller askerden emir alır mı? Almaz. Yanlış bir karar bile olsa, kararı siviller verir. Askerse uygulamakla mükelleftir. Dahası yoktur, olmamalıdır.Peki, bizde neler olmuştur. Asker her daim siyasete karışmış. İşi o kadar abartmış ki birkaç kez oturup anayasa yaptırmış, bunu da bir güzel referandumla kabul ettirmiştir. 
Ancak bu gün artık o gün değil! Devir değişmiştir. Açıkçası hâlâ çok demokratikleştiğimizi düşünmüyorum. Zaten böyle bir anayasa demokratikleşmeye asla izin vermez. Nitekim değişen biz değiliz. Devirdir. İnternet diye bir şey vardır. Hırçın, ele avuca sığmaz bir medya vardır. Sınırsız bilgi, sınırsız bilgi akışı… Darbe yapmak, kendini bilmez sivilleri (!) elde tutmak artık mümkün değildir. Bu noktada şunu söylemeliyim. Bu günün şartları, imkânları o günlerde olsaydı, darbe falan olmazdı. Olamazdı. Netice itibariyle biz modern zamanın imkânlarından yararlanıyoruz. Demokrasinin değil! 
Demokrasinin meyvelerinden yararlanabilmek için silah zoruyla oylanan anayasanın derhâl yırtılıp atılması gerekiyor. Aslında bakarsanız, aynı maddeleri siviller tekrar anayasaya koyabilir. Önemli olan sembolik de olsa demokratikleşebilmek benim için… 
Ne dersiniz, sizce de vakit gelmedi mi? Yeni, yepyeni… Kımıl kımıl… Darbele karşı, dertlere deva, görev dağılımını layığıyla yapan bir baba yasanın zamanı değil midir? Zamanıdır! Yeter ki anlayalım, yeter ki Ulu önderin anlatmak istediğini anlayalım… İşte o zaman en babasından anayasamızı yapabiliriz… 

7 Ekim 2010 Perşembe

Babası ve Oğlu


Dün akşam haberlerinde insanın tüylerini diken diken eden, insanı ait olduğu türden utandıran bir haberle karşılaştım. Haber şöyleydi.
Bir adam, trafik kazası geçirir ve Hakk’ın rahmetine kavuşur. Acı haberi aileye ulaştırmaksa bir polise kalır. Hakikaten ne zor iştir bu, değil mi?
Bir insana, sevdiği birini kaybettiğini, onu bir daha göremeyeceğini, onunla bir daha sohbet edemeyeceğini söylemek biraz acımasızca geliyor kulağa… Ama kader işte… Hele de haberi veren bir yabancıysa kaderin acımasızlığa ne katmerleşir kim bilir… Neyse efendim. Devam edelim.
Memur bey, adamın cep telefonunu karıştırır. Oğlunun numarasını bulur ve adamın oğlunu arar. Memur Bey düşünceli, ince ruhlu bir adammış ki “Babanız öldü!” dememiş. İşte, “Efendim babanız şurada trafik kazası geçirdi. Durumu ağır falan…” demiş. Peki, sizce böyle bir telefon görüşmesini yapan bir evlât ne yapar? Dahası siz olsanız ne yaparsınız? Sizin aklınıza gelenlerle benim aklıma gelenler bir sanırım. Ancak adamın ‘oğlu’nun akılına gelenlerin bizim aklımıza gelenlerle alakası yok! “Gelemem!”diyor. “Orası uzak!”diyor. Düşünebiliyor musunuz? Babanız ölüyor ve siz gelemiyorsunuz. Üstelik iki eliniz kanda olduğu için değil. Sadece uzakta olduğunuz için! Sebep bu! En azından diyalogdan çıkardığımız bu.
İçimde bir yerlerde hâlâ başka nedenler arıyorum. Hayır, bu evlâdın yaptığının mantıklı bir nedeni olmalı. Ve ben o mantıklı nedeni, kim bilir belki de kaybetmekte olduğumuz insanlığı arıyorum. Bulamıyorum ama bulmalıyım!
Muhtemel nedenleri düşünüyorum. Oğul pek fakirdir. Ve gerçekten uzak bir şehirdedir. Ama cep telefonu varsa bir insanın; babası için, babasının cenazesine yetişmek için satabilir değil mi?
Nedenleri düşünmeye devam ediyorum. Gerçekten işe yarar hakiki nedenler de geliyor aklıma. Öyle nedenler ki çocuğu aklarken babasını batırıyor. Üzgünüm ama bir çocuğun babasına karşı bu derece acımasız olması için babasının çok fena işler yapmış olması gerekiyor, bence.
Benim de benden veya karşıdakinden kaynaklı küskünlüklerim var. Ve bana kalsa çoktan bitiririm bu küskünlüğü. Dahası düşman bile olsam, kültür gereği, din gereği, insanlık gereği ölen bir insana düşman olmaya devam edemem. E peki o zaman ne bu oğlun derdi?
Hâli hazırda baba olmamak için yeterince nedenlerim vardı: Savaşlar, açlık, sefalet, ahlâki yozlaşma, iyi bir gelecek hazırla(yama)ma… Bu baba-oğul ilişkisinden haberdar olunca baba olmamak için bir nedenim daha oldu doğrusu. Böyle bir dünyaya çocuk getirmeye, getirip de ona düşman olmaya ne hacet! Çok mu gaddarım. Sanmıyorum. Ben sadece biraz korkağım. Kendi oğluma küsemeyecek kadar korkak.
Aslında bildiğim hiçbir şey yok! Haber üzerine söylediklerim sadece tahminden ibaret. Amacımsa durumu anlamlandırmak. Bana acı verecek kadar manadan yoksun bu durumu insanileştirmek! Fakat heyhat! Başaramıyorum…

Yön tuşlarını kullanarak sayfalar arası geçiş yapabilirsiniz!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...